Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Aforizmazlar...



* Bir kafes, kuş aramaya gitti…

* Doğru yol gergin bir ip boyunca gider; yükseğe değil de hemen yerin üzerine gerilmiştir bu ip… Üzerinde yürünmek için değil de insanı çelmelemek içindir sanki…

* İnsanların kapılacağı engin umursamazlık, doğru işareti sonsuza dek ellerinden kaçırdıklarına dair sonsuz inançlarıdır…

* İnsanların tüm kusurları sabırsızlık, yaptıkları işte yönteme vaktinden önce son veriş ve sözde bir sorunu sözde bir çit içine almaktır…

* İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: Sabırsızlık ve tembelik… Sabırsız oldukları için cennetten kovuldular ve tembelliklerinden ötürü geri dönemiyorlar…

* Artık bölük pörçük bir şey duymak istemiyorum… Bana her şeyi baştan sona anlatacaksınız… Bundan daha azına kulaklarım tıkalıdır, bilmiş olun!.. Ama tümünü dinlemek için de can atıyorum…

* Yazıp çizmeler ve onunla ilgili diğer tüm etkinlikler dışında bir başka şey beni mutlu kılmışsa, o zaman özellikle yazma yeteneğini tümüyle yitirmişimdir… Bu da her şeyin daha başlar başlamaz yıkılıp gitmesine yol açmıştır…

* Öte tarafa göçenlerden bir çoğunun gölgesi, ölüm ırmağının dalgalarını durmaksızın yalar, çünkü ırmak bizim bulunduğumuz yerden o tarafa akar ve hala bizim denizlerimizin tuzlu tadını taşır…

* A.’nın burnu pek havalarda, iyilik yolunda hayli ilerlediğini sanıyor… Bunun nedeni, kendini çekiciliğini sürekli artan biri olarak görüyor olması, giderek daha çok ayartı karşısında kalması ve üstelik ayartıların şimdiye dek hiç fark etmediği yönlerden geldiğini düşünmesidir…

* Bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olabilir: Masanın üstündeki elmayı bir an olsun görebilmek için boynunu uzatan çocuğun görüşü ve bir elmayı alıp yanına arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü…

* Bilgeliğin başladığına ilk işaret, ölmek isteğidir… Bu yaşam dayanılmaz görünür, bir başkası ise erişilmez…

* Sonbahardaki bir yol gibi temiz pak görünüyorsun, sonra yol bir kez daha kurumuş yapraklarla örtülüyor…

* Daha önce hiç buraya gelmemiştim: Daha başka türlü nefes alıyor burada, yanındaki yıldız güneşten daha çok parlıyor…

* Gerçek düşmandan, sınırsız bir cesaret akar içimize…

* Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamak ne büyük bir mutluluktur…

* Aceleyle kaçıp ona sığınmadıktan sonra insan yaşamdan nasıl zevk alabilir?..

* Sayısız sığınak vardır, ancak kurtuluş yolu tektir, ama kurtuluş ihtimalleri yine de sığınaklar kadar çoktur…

* Bir hedef var, ama yol yok; bizim yol dediğimiz şey, bir duraksamadır…

* Kötüye bir kere kapılarını açmaya gör… Kendisine inanılmasını beklemez artık…

* Hayvan, hışımla çekip alır kırbacı efendisinin elinden ve kendi efendisi olmak için kendini kırbaçlar… Bilmez ki bu, efendisinin kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir hayalden başka bir şey değildir…

* Kargalar, tek bir karganın gökleri yok edebileceğini iddia eder… Buna hiç kuşku yok, ama bu yine de göklere ilişkin hiçbir şey ifade etmez, çünkü gökyüzü kargaların yokluğu demektir…

* Din fedaileri bedeni küçümsemez, çarmıha gererek yüceltir onu… Bu açıdan düşmanlarıyla aynı görüştedirler…

* Önce sorularıma neden cevap alamadığımı anlayamıyordum… Şimdiyse soru sorabileceğime nasıl inanabildiğimi anlayamıyorum… Ama gerçekte inanmıyordum ki, soruyordum sadece…

* Sonsuzluk yolunda nasıl böylesine kolayca ilerlediğine hayret eden birisi vardı… Gerçekte hızla bayır aşağı yuvarlanıyordu…

* Sonsuzluktur yol, ne kısaltılacak ne de eklenecek bir şey vardır… Ama yine de herkes kendi çocuksu karışını tutar yolun üstüne… Gerçekten de bu bir karışlık yolu gitmen gerekir, bu senden esirgenmez…

* Kıyamet gününü böyle adlandırmamızın nedeni ancak bizim zaman kavramımızdır… Aslında o bir tür sıkı yönetim mahkemesidir…

* Tiksinti ve nefret dolu bir başı önüne eğmek…

* Av köpekleri henüz avluda oynaşıyor. Ama avları, daha şimdiden ormanda ne kadar hızlı koşarsa koşsunlar ellerinden kurtulmayacaklar…

* Bu dünya için koşumlarını takınman gülünç…

* ‘Sein’ kelimesi Almanca da iki anlama gelir : ‘Var Olmak’ ve ‘onun olmak’…

* A. Bir virtüözdür… Tanrı da onun şahidi…

* Yılanın aracılığı gerekliydi… Kötü insanı ayartabilir ama insan olamaz…

* Kimseyi aldatmamalı, hatta dünyayı da aldatıp onu bir zafer olanağından yoksun bırakmamalı…

* Eğer kendi doğamız gereği onlardan uzaklaştırılmadıysak, hiçbir zaman üstesinden gelemeyeceğimiz sorular vardır…

* Olgular dünyasının dışında kalan her şey için dil ancak ima yoluyla kullanılabilir, ama yaklaşık olarak bile olsa hiçbir zaman kıyas amacı ile kullanılamaz… Çünkü olgular dünyasına uygunluk içinde yalnız mülkiyet ve mülkiyet ilişkilerinden söz edilir…

* İnsan ancak olabildiğince az yalan söylediğinde olabildiğince az yalan söylemiş olur… Yoksa olabildiğince az yalan söyleme fırsatını bulduğunda değil…

* Dünyadan elini eteğini çeken herkes herkesi sevmelidir… Onların dünyasından da elini eteğini çekmektedir çünkü… Böylece gerçek insan doğasının iç yüzünü sevmeye başlar… Bu varlık sevilmez de ne yapılır… Ama bunun tek şartı vardır… Sevilenin dengi olmak…

* Manevi bir dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği elimizden umudumuzu alır, ama bize bir kesinlik bağışlar…

* Sanatımız, gözümüzün “gerçekle” kamaşmasıdır… Geri geri kaçan ucube maskelere vuran ışıktır gerçek, başka bir şey değildir…

* Cennetten kovuluş esas olarak ebedidir: Yani cennetten kovuluş kesin ve yeryüzünde yaşama kaçınılmazdır, ama yine de olayın ebediliği bize sürekli cennette kalabilme ihtimalini vermekle kalmaz, aynı zamanda belki de gerçekte hep orada olduğumuz anlamına da gelir, biz ister bilelim, ister bilmeyelim…

* Arada boşluklar bırakmaksızın giderek kule gibi yükselen, dürbünleriyle pek ulaşamayacağı kadar yükseklere çıkan bir hayata topluca bakan birinin vicdanı huzura kavuşmaz… Ama vicdanın derin yaralar alması iyidir… Çünkü böylelikle her ısırık için daha duyarlı duruma gelir…

Sanırım insan yalnızca onu ısıran ve sokan kitaplar okuması yerinde olur… Okuduğumuz kitap bir yumruk tepemize inip bizi uyandırmadıktan sonra neye yarar…

Tanrım, hiç kitap okumadan da mutlu yaşayabilir ve bizi mutlu kılacak kitapları sıkıştık mı kendimiz kaleme alabilirdik… Ne var ki, üzerimize bir felaket gibi çullanan, kendimizden daha çok sevdiğimiz birinin ölümü, bütün insanlardan koparılarak ormanlara götürülüp bırakılmamız ya da canımıza kıymamız gibi bizi acılara gömen kitaplar gerekiyor bize… Bir kitap içimizde ki donmuş, denizin buzlarını kırıp parçalayarak bir balta olmalıdır…

* Doğaları kendilerini toplumdan uzak tutanlar… Bir savunmayı da gereksinmezler, çünkü karanlıkta oldukları anlaşılmazlık denen şey gelip onları bulamaz… Oysa sevgi nereye gitseler ele geçirebilir kendilerini… Böyle kimseler dışarıdan beslenmeye de ihtiyaç duymazlar… Çünkü dürüst kalmak istiyorlarsa kendi kendilerini yiyerek beslenirler, dolayısıyla kendilerine zarar vermeksizin onlara yardım elini uzatma imkanı yoktur…

* Sezdiğim gibi, onun durumunu da, aradaki önemli farklara rağmen, benimkine pek benziyor… En azından o da benim bulunduğum tarafında eğleşiyor dünyanın, bir dost gibi beni doğruluyor…

* Ne diye pişmanlığın arkası gelmiyor bir türlü?.. Son söz hep şu oluyor: Yaşayabilirdim ama yaşamıyorum…

* Değişiminden korkudur bu...

Franz Kafka



Share/Save/Bookmark

Demian...

* İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca...
Neden böylesine güçtü bu?...



* Her insanın yaşamı, onu kendisine götüren bir yoldur. Bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda. Kimi biraz daha gözü açık, kimi biraz daha gözü kapalı...

* Cesaret ve karakter sahibi kişiler, başkalarına her zaman pek korkutucu görünür çünkü; korkusuz ve korkutucu insanların soyundan gelen kişilerin ortalıkta dolaşması ise pek hoşa gidecek şey değildi.

* İnsan birinden korkuyorsa, o kimsenin kendi üzerinde söz sahibi olmasına izin vermiş demektir...

* İnsanın kendini, kendisine götüren yolu izlemesi kadar dünyada nefret ettiği başka bir şey daha yoktur...

* İtici güçler hep 'öteki dünya'dan kaynaklanıyor, yanında korkular, zorlamalar ve vicdan azapları getiriyor, hep devrimci bir nitelik taşıyor, sürekli yaşamak istediğim barış ortamı bakımından bir tehdit oluşuruyordu...

* Söz konusu güçlüğü yaşamayan hiç kimse yoktur. Sıradan bir insanın yaşamında bu öyle bir dönüm noktasıdır ki, özyaşamın istekleri çevreyle en amansız çatışma durumuna girer, ileriye giden yol en çetin savaşımlar sonunda ele geçirilir. Pek çok kişi, hepimizin yazgısı olan ölümü ve yeniden dünyaya gelişi yalnızca söz konusu olan dönemde yaşar. Tüm sevdiklerimizin bizi terk ettiğini görüp ansızın çevremizde evrenin yalnızlığını ve ölümcül soğukluğunu hissederiz, çocukluğumuz çürüyüp dökülür, çöker, yıkılır yavaş yavaş. Pek çok kişi bu sivri kayaya bindirir ve bir daha kurtaramaz kendini, bir daha geri gelmeyecek geçmişe, yitirilmiş cennetin düşüne, tüm düşlerin bu en haini ve acımasızına sarılıp kalarak acılar içinde kıvranır...

* - 'Her istediğin şeyi gerçekten bir başkasına düşündürte bilirmisin?' diye sordum bir ara...

* Demian bu konuda seve seve bana bilgi verdi. Her zaman ki büyük insan haliyle sakin ve nesnel açıklamalarla bulundu...

* - 'Hayır' dedi. 'Olanaksız böyle bir şey. Çünkü insan irade bakımından özgür sayılmaz, rahip istediği kadar öyleymiş gibi yapsın. İnsan iradesi özgür değildir. Ne bir başkası canı istediği şeyi düşünebir, ne ben ona kendi istediğim şeyi düşündürtebilirim. Ne var ki, bir insanı gereği gibi gözlemlediğimizde, onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini kesin olarak söyleyebiliriz. Ayrıca bir sonraki anda onun ne yapacağını da önceden kestirebiliriz. Oldukça basit bir şey ama insanlar bunu bilmez, o kadar. Elbette çalışıp egzersiz yapmak gerekir üzerinde. Örneğin kelebekler arasında bazı pervane türleri vardır. Dişileri erkeklerinden çok daha azdır. Pervaneler de bütün hayvanlar gibi ürerler, yani erkek dişiyi döller, dişi de yumurta yapar. Şimdi diyelim senin bu elinde bu pervanelerden bir dişi var; doğa bilginlerinin sık sık denediği gibi, geceleyin erkek pervaneler bulunduğu yerlerden uçup bu dişiye gelirler. Hem de saatlerce uzaktan!.. Düşün bir, saatlerce uzaktan!.. Kilometrelerce uzaktan bütün bu erkek pervaneler çevredeki biricik dişinin varlığını hissederler. Bu durumu açıklamak için çalışmalar yapılıyor ama kolay değil. Nasıl ki iyi bir av köpeği, farkına varılması güç bir izi ele geçirir ve izlerse onu, söz konusu erkek pervanelerde de bir çeşit koku alma duyusu ya da buna benzer bir organ aynı işi görüyor olmalı. Bilmem anlıyor musun beni?... Çok ilginç şeyler, böyle şeylerle dolup taşıyor doğa, kimse de bunları açıklayamıyor. Ama ben diyorum ki, pervanelerin dişileri de erkekleri gibi çok olsaydı, erkeklerinde öylesine hassas bir koku alma duyusuna rastlayamazdık!.. Böyle bir yeteneğe sahip olmalarının tek nedeni, kendilerini bu yolda çalışıp eğitmeleridir. Bir hayvan ya da bir insan bütün dikkatini ve iradesini belli bir şey üzerine yöneltirse, o şeyi ele geçirir sonunda. Hepsi bu kadar...

* - Peki bu irade nasıl bir şeydir?.. Hem insanın iradesinin özgür sayılamayacağından söz ediyorsun, hem insan yeter ki iradesini belli bir amaca yöneltsin, o zaman bu amaca kavuşabilirsin diyorsun. Hiç olur mu böyle bir şey!.. Ben kendi irademe söz geçiremiyorsam, onu dilediğim gibi şu ya da bu nesne üzerine yöneltebilmem düşünülebilir mi?...

- İyi ki sordun!.. dedi gülerek. Hep soracaksın, hep kuşku duyacaksın. Şimdi sorduğun şey çok basit. Diyelim ki, bir pervane iradesini bir yıldıza ya da bir başka şeye yöneltmek istedi, asla başaramaz bunu. Hatta böyle bir şeye de kalkışmaz hiç, yalnızca kendisi için bir anlam ve önem taşıyan, kendisinin gereksinme duyup mutlaka ele geçirmek zorunda olduğu şeye bakar. Ve bu konuda inanılmayacak işlerin bile üstesinden gelir. Öyle tılsımlı bir altıncı duyu geliştirir ki, bir başka hayvanda böyle bir duyuya rastlanmaz!.. Kuşkusuz bir insanın etkinlik alanı bir hayvanınkinden daha geniştir,ilgi duyduğumuz nesneler daha çoktur. Ama biz de hayli dar bir çemberin içinde hapsolmuş yaşarız. Bu çemberin dışına çıkmak elimizden gelmez. Elbette falan ya da filan şeyin hayalini kurabilirim. Örneğin Kuzey Kutbuna gitmem gerektiğini geçirebilirim kafamdan ya da bunun gibi bir şey ama istek benim kendi içimden kaynaklanıyor ve varlığım gerçekten böyle bir istekle dolup taşıyorsa, ancak o zaman belli bir şeyi yeterince güçlü şekilde arzulayıp gerçekleştirebilirim. Böyle bir durumu yaşar da, sana kendi içinden yapman buyrulan bir şeyi yapmaya kalkarsan başarıya ulaşabilir, o zaman iradeni bir arabanın önüne koyulan beygir gibi söz konusu işe koşabilirsin...

* Büyünün bozulması, alışılmış duyguları ve kıvançları çarpıtıp çirkinleştiriyor, sararıp solmalarına yol açıyordu; parkın burcu burcu kokusunun yerinde yeller esmekteydi artık; orman eski çekiciliğini yitirmiş, çevremdeki dünya tasfiye edilen bir mağazada satışa çıkarılan modası geçmiş malları anımsatıyordu,işte öylesine yavan ve zevksizdi. Kitaplar bir kağıt yığını, müzik ise bir gürültüydü yalnızca. Sanki güz ortasında bir ağacın dört bir yanından yapraklar dökülüyordu da, ağaç bunun farkına varmıyordu. Ağacın üzerinden yağmur aşağılara süzülüyor, güneş ya da ayaz üzerinden gelip geçiyor, yaşam yavaş yavaş gerileyerek ağacın en iç kısmında alabildiğine dar bir bölgeye sıkışıyordu. Ama ağaç ölmüyor, ağaç bekliyordu.

* Sağda solda dolaşıp dünyayı horlayan ben!.. Mağrur bir ruhla ve kafasında Demian’ın düşünceleriyle ben!.. Böyleydim işte, insanlığın yüz karasıydım, bir domuzdan kalır yanım yoktu, sarhoştum ve pislik içindeydim, iğrenç ve aşağılık bir yaratıktım, vahşi bir hayvandım, kepaze içgüdüler üzerime çullanmıştı!.. Böyleydim işte, her şeyin saf, parlak ve narin inceliklerle örüldüğü o bahçelerden gelen ben, Bach’ın müziğine ve güzel şiirlerine gönül veren ben!.. Kendi gülüşüm, bu sarhoş, engellenemeyen kesik kesik ve salaçca içerlerden kopup gelen gülüş hala kulaklarımda çınlıyordu. İşte buydum ben!..

* Yaptığım her şey, kendimi zorlayışın bir sonucuydu. Yaptıklarım, yapmam gereken şeylerdi. Çünkü başka türlü nasıl davranacağımı bilemiyordum… Uzun süreli yalnızlıklardan, beni sürekli bir gerilim içinde tutan o bir sürü ince, utanç dolu, içtenlikli duygulardan, ikide bir kafama üşüşen o narin sevgi düşüncelerinden korkuyordum…

* Tanrı’nın bizi yalnız bıraktığı ve içlerinden birini izleyerek kendi kendimizi bulmamıza olanak sağladığı pek çok yol vardır…

* Düşler vardır hani, prensese götüren yolda batağa, pislikten geçilmeyen leş kokulu sokakların çamuruna, çirkefliğine gömülüp kalır insan, benim de işte böyleydi durumum. Bana pek de hoş olduğu söylenemeyecek böyle bir yol izleyip yalnızlık çekmek, kendimle çocukluğumun arasına kapalı bir cennet kapısını yerleştirmek düşmüştü, kapının önünde acımasız bir görkem içinde bekçiler dikiliyordu. Bir başlangıçtı bu, kendime kavuşma özleminin gözlerini içimde açmasıydı.

* Dünya benim gibilerine gereksinim duymuyor, kendilerine daha iyi bir yer buyur edip vermiyor, önlerine daha yüce ödevler çıkarmıyorsa, benim gibi helak olup giderdi işte. Bundan doğacak zararı dünya çeksindi artık…

* Yazgı ve gönül aynı kavramın değişik adlarıdır…

* Sen buna bağlısın ama sen değil, resmin yalnızca; sen, benim yazgımdan bir parçasın…

* İçimizde her şeyi bilen, her şeyi isteyen, her şeyi bizim kendimizden daha iyi yapan birinin bulunduğunu bilmek ne iyi!..

* Kuş yumurtadan çıkmak için savaş veriyor. Yumurta dünyadır. Doğmak isteyen, bir dünyayı yok etmek zorundadır. Kuş Tanrı’ya doğru uçuyor. Tanrı’nın adı Abraxas’tır..

* İnsan bir şeyi yeterince güçlü biçimde isterse, istediği şey gerçekleşiyordu…

* İlkçağdaki tarikatların ve gizemci toplulukların savundukları düşünceler, akılcı bir bakış açısından görüldüğü kadar naif değildir. İlkçağ bizimkisi gibi, bir bilim anlayışından uzaktı. Buna karşılık felsefi-gizemci doğruları kendine uğraş alanı seçmişti ve uğraş ta çok gelişmiş düzeydeydi. Kısmen söz konusu uğraştan büyü ve sihir doğdu, bu da kuşkusuz sık sık aldatmalara ve suç oluşturan bir takım eylemlere itti insanları. Ne var ki, büyü de soylu bir kaynaktan çıkıp gelmişti ve derin düşünceleri içeriyordu. Yunanca kökenli büyü sözleriyle ilişkili olarak geçer rastlanan bir büyü şeytanının adı diye bilinir. Ama öyle anlaşılıyor ki, Abraxas’ın daha da zengin bir anlamı var. Örneğin bunu, görevi Tanrısal ile Şeytansal arasında simgesel bir bağlantı kurmak olan bir Tanrı’nın adı gibi düşünebiliriz.

* Aynı bedende hem melek hem iblis, hem erkek, hem dişi, hem insan hem hayvan, hem alabildiğine iyi, hem son derece kötü. Bunu yaşamaya yükümlü kılınmış, bunu tatmak yazgım olarak belirlenmişti. Söz konusu yazgıya karşı özlem duyuyor, aynı zamanda da ondan korkuyordum. Ama ortada duruyordu yazgı, başımın üstünde dolanıyordu…

* Üstesinden gelemeyeceğim tek şey vardı: Karanlıklarda saklı yatan amacı içimden çekip çıkararak başkaları gibi karşımda bir yere oturtmak…

* İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca... Neden böylesine güçtü bu?...

* Özlem, dünyaya alabildiğine içtenlikle kucak açış ve yine dünyadan alabildiğine çılgınca bir ayrılış, insanın kendi karanlık ruhuna yakıp kavurucu bir tutkuyla kulak verişi, teslimiyetteki esriklik ve harikuladeliğe karşı derin bir ilgi…

* Ahlakçı tutum, şimdiye kadar acı çekmekten başka işime yaramadı. Söylemek istediğimi doğru dürüst dile getiremiyorum. Hem Tanrı hem Şeytan denecek bir tanrının var olması gerektiğini düşünebiliyor musunuz?.. Zamanında böyle bir tanrı varmış işittiğime göre…

* Pek çok insanın tükürüp geçtiği bir duvarı seyretmenin ne iyi, ne uyarıcı bir şey sayıldığından söz ediliyordu…

* Bizler kişiliğimizin sınırlarını her zaman fazlasıyla dar çizeriz. Yalnızca bireysel bakımdan gördüğümüz şeyi, kişiliğimizin kapsamı içine alırız…

* İnsanın dünyayı içinde taşıması ayrı bir şey, bunu içinde taşıdığını bilmek ayrı!..

* Sizin uçmanızı sağlayan itici güç, hepimizin içinde saklı yatan o büyük insanlık hazinesidir. Tüm güçlerin kökleriyle bir birlik ve beraberlik duygusudur ama çok geçmeden uçmak korkutur insanı. Tehlikesi işte öylesine büyüktür!.. Bu yüzden insanların çoğunluğu uçmaktan seve seve el çeker, yasal düzenlemelerin yol göstericiliğinde kaldırımlarda yürümeyi yeğ tutarlar…

* Sizin söylediğinize göre dedi bir defasında, müziği ahlaksal nitelik taşımadığı için seviyorsunuz. Kabul. Ama kendinizin de ahlak savunucusu biri olmamanız gerekmiyor mu bu arada!.. Kendinizi başkalarıyla kıyaslamanız doğru mu?.. Doğa sizi yarasa olarak yaratmışsa, kendinizi nasıl devekuşu yapabilirsiniz?..

* - Ürkmüş atıldım : Ama insan aklına esen her şeyi yapamaz ki!.. Örneğin kendisinden hazmetmediği için bir insanı tutup öldüremez kimse…

- Yerine göre bunu da yapabilir. Ama genellikle yanılgıya düşülür yeri konusunda. Hem ben size aklınızdan geçen her şeyi yapın demiyorum. Hayır!.. Ama aklınıza gelen ve hepsi kendine göre bir anlam içeren düşünceleri, kafanızdan kovarak ya da ahlak açısından ele alarak sakıncalı duruma sokmayın…

* Biz bir insandan nefret ettiğimizde, kendi içimizde yuvalanıp bu insanın görüntüsüyle karşımıza çıkan birinden nefret ederiz… Bizim kendi içimizde olmayan şey, bizi kızdırmaz…

* - Dışımızda gördüğümüz şeyler dedi Pistorius alçak sesle, içimizdekilerin aynısıdır. İçimizdekinin dışında başka bir gerçek yoktur. İnsanların çoğunun gerçeğe bu kadar aykırı bir yaşam sürmesinin nedeni, kendileri dışındaki görüntüleri gerçek saymaları, içlerindeki dünyaya ise asla söz hakkı tanımamalarıdır…

* Çoğunluğun izlediği yol kolaydır. Bizimkisi ise zor…

* Kendi deneyiminden kaynaklanmayan, izleyecek gücü henüz kendimde görmediğim bir öğüdü, bir başkasına veremezdim…

* Dostu ya da öğretmeni yadsıyan her düşünce zehirli dikenini kalbimize batırır, kendimizi savunmak için başvurduğumuz her darbe kendi suratımıza iner…

* Herkesin yapabileceği bir iş vardı ama kendi seçebileceği, tanımlayabileceği ve gönlünce yönetebileceği bir iş kimseye verilmemişti. Yeni Tanrı’lar istemek yanlıştı, dünyaya herhangi bir şey vermeye kalkmaksa tümüyle yanlıştı!.. Uyanık insanları bekleyen tek ama tek görev vardı: Kendini aramak, kendi içinde bir sağlamlığa kavuşmak, el yordamıyla kendine özgü yolda ilerlemek, yolun nereye çıkacağını aldırmamak…

* Bir kağıda şu notu çiziktirdim: Kılavuzum beni terk etti. Zifiri karanlıkta kaldım. Tek başıma adım atacak gibi değilim. Bana yardım et!..

* Demian, dört bir yandan insanların bir araya gelip sürüler oluşturduğunu, oysa özgürlük ve sevgi denen şeye hiçbir yerde rastlanmadığına belirtti. Öğrenci dernekleri, şarkı ve türkü topluluklarından uluslara varıncaya kadar bütün bu bir araya gelmelerin zorlama bir nitelik taşıyıp, sıkıntıdan korkudan ve ne yapacağını bilememekten kaynaklandığını, içte ise söz konusu beraberliklerin çürüyüp kokuştuğunu, eskiyip yıkılmaya yüz tuttuğunu açıkladı…

Beraberlik güzeldir. Ama dört bir yanda yeşerip boy attığını gördüğümüz durum için bir beraberlik denemez asla. Gerçek bir beraberlik yeni doğacak, bireylerin birbirini daha iyi tanımasından kaynaklanacak ve bir süre için dünyaya bir başka biçim verecektir. Şu an beraberlik adı altında gözlemlenen şey, bir sürü oluşumudur yalnızca…

İnsanlar birbirlerine kaçıp sığınıyorlarsa, birbirlerinden korktukları içindir. Beyler kendi aralarında birbirlerine sığınıyor, işçiler kendi aralarında, bilginler yine kendi aralarında birbirlerine kaçıp sığınıyorlar. Peki niçin korkuyorlar birbirlerinden?... Kendi kendisiyle uzlaşamayan insan korkar yalnız. Şimdikiler korkuyorsa, kendi kendilerini tanımak istemediklerindendir…

* İdeal niteliğini yitirmiş ideallere sarılırlar hep, ortaya yeni bir ideal koymak isteyeni de taşa tutarlar…

* Her tarafta insanlar özgürlük ve mutluluk denen şeyi gerilerde bıraktıkları bir yerde arıyor, bunu da sorumluluklarının kendilerine hatırlatacağı ve özellikle kendileri için belirlenip izlemleri gereken yola dikkatlerinin çekileceği korkusuyla yapıyorlardı…

* Kavuşma diye bir şey yoktur. Ama dost yolların birbirine kavuştuğu yerde, bütün dünya insanın gözüne vatan gibi görünür…

* - İzleyeceği yol, herkes içinde bu kadar güç müdür?..

- Doğmak, dünyaya gözlerini açmak güçtür her zaman. Biliyorsunuz, yumurtadan çıkarken zorlanır bir kuş. Gözlerinizi geriye çevirip sorunuz: Yol o kadar güç müydü gerçekten?.. Yalnızca güç müydü?.. Bir güzelliği de yok muydu?... Bundan güzel, bundan kolay bir yol biliyor muydunuz?...

- Sanki uykuda konuşur gibi güçtü dedim. Düş çıkıp gelene kadar güçtü…

- Doğru; insan kendi düşünü bulmak zorundadır. O zaman kolaylaşır yol. Ama hep sürüp gidecek bir düşte gösterilemez… Her düşün yerini bir yenisi alır, hiçbir düşü sımsıkı kavrayıp bırakmamaya kalkmamalıdır insan…

* Düş yazgınızı oluşturduğu süre ona sadakatten ayrılmamalısınız…

* Yine de dünyadan asla kopmuş sayılmazdık. Düşünce ve konuşmalarımızda genellikle dünyanın orta yerinde buluyorduk kendimizi. Ancak değişik bir alandaydık, insanların çoğunluğundan belli sınırlarla değil, yalnızca görmenin bir başka biçimiyle ayrılıyorduk…

* Bizim görev diye benimseyip yazgı diye baktığımız tek şey vardı: İnsanın tamamen kendi kendisi olması, doğanın kendi içindeki etkin özüne uygun davranması ve onun isteminden dışarı çıkmaması, belirsiz gelecek topluca ya da tek tek önüne ne çıkarsa öpüp başına koyması…

* Kendinizi inanmadığınız isteklerin eline bırakmamalısınız…

* Seven biri ne sevdiğine yalvarıp yakarır ne de ondan bir istekte bulunur. Sevgi kendi içinde bir kesinliğe, bir olgunluğa ulaşacak gücü barındırmalıdır…

* Günün birinde beni kendine çekecek gücü gösterdiğinde, gelirim o zaman. Armağanlar vermek istemem ben, ele geçirilmek isterim…

* Çokları sever ama kendilerini yitirir…

* Ölüm olmadan yeni bir şey gerçekleşemez…

Herman Hesse

Share/Save/Bookmark

Su...

bir bitki gibi
beni eğdikleri yere büyüyorum
sessizliğimde yıkık intihar tasarıları
hiçbir yere gidemiyorum
hiçbir yerde yeterinden fazla kalamıyorum
kımıltısız boyun eğiyorum mengeneye
bu bildiğim tek yaşam şekli...





kopar kellemi ey yürek basıcısı
acele et soyunmaya, paçavrayım soluğunda...
zaman iyi eder mi ahlaksız kamburumu
tırnaklarımda atalarımın manasız öcü
kimsenin derdi kalmasın istiyorum kimseyle
en büyük yıkıcısı asil kördü köleliğimizin
devrildik yan yana duran ağaçlar gibi
tutunduk düşerken
yılmadık birbirimizi devirmekten...


(piyanonun tuşları gibi bitişik yaşamlarımızda; kimimiz beyazız, kimimiz bemoller ve diyezlerde kapkara...sararmışlığımıza aldırmadan, yaradan hepimize bir küçük nota gibi dokunuverir ölümlerimizde...
bir büyük sesiz belki de birlikte, ama ne var ki artık hepimiz, sefalet yalnızlığımızda, tek bir ses olmaya niyetlenmişken, anlamsız tuşlar gibi kayırıyoruz bedenlerimizi sevişirken...)

söyle bana çığlık
boğazın yırtılır mı ağlamaktan / gevişinde kan tadı olmalı
bilirim ne seversin kendine acıma reveranslarını
kulaklarına yığılan onca sözün altında
eziyet çekmeden yıkanabilir misin kalabalık sularda
siyah bulaşmış çoktan genzine /
aldırma tüm dünya saatleri gecikmiştir zaten sana...

(siyah, "cao crno"* dedi çocuk kadına...
kadın anlamadı parmakları bükük müzisyeni, oysa sürgün yemiş bir çocuk mazurkayla dansedemiyordu ülkesinin dağlarında ...
bu nasıl bir adalet kılıcı / değiştiremiyorum etrafımdaki hiçbir fenalığı...)

gece tüm yardakçılığıyla sinmişti etime
çok içmiştim yine
kustuğum katran öfkemde
çentiklerini yokladım kafatasımın / her şey yerli yerinde...
etekleri kısa / yüzü uzundu çirkefliğimin
şarkı söyleyen çingeneleri ses yiyicileri içmişti
adamları çirkin,
denizi fersiz bir ıssızlıktı gecenin rengi...

memelerine baktım ayın
güldüm masamdakilere belli etmeksizin
ben mi gariptim / onlar mı fuhuşkar
en sevdiğim yalanlarımı sıraladım bir bir
gülümserken buz revan...

hiç utanmıyordu gece benden
arsızlığa alıştım kent güllerini etime serperken
caddelerde dolandım
dolaylı ağladım
göbek bağımı koparmışçasına
sıkıldım o şık otomobillere binmelerden
topuk seslerimle yardım kaldırımları
sahtekarlığımın orta yerine bıraktım kahkahamı
infilak etti sokak köpekleri / bekçi düdükleri / ezan sesi
kopan / parçalanan
kısalan / büzülen
ben miydim şimdi...

(titizlikle ışığa tuttum gecenin röntgenini...
siyah ışığın korkusunda hurdasını araklıyordu çöpçü binekleri, deva bulamadım yoksulluğuna sokakta bekleyen dilencilerin, züğürt ve kuşkulu taradım saçlarımı...
saçlarım / yoksa hâlâ kadın mıydım / çürümemiş miydim
yaşamakta mıydım...)

bitkindi usum asırlık lahitler barınıyordu tövbemde
üstelik yemiştim sözümü erdemsizce
ne kadar mühim olduğunu kim bilecek
havaya fırlattığım yalan düşmez mi sanıyorsunuz yere
parçalanan hangi yürek hangi gariban mahluk itliğimizle...

biliyor musunuz
üstelik korkuyorum
hiç korkmadığımı söylüyorum beni sevenlere
korkmasınlar diye
ama korkuyorum işte...

içimin duvarlarına gömüyorum sinik ağıtlarımı
kocaman bir gökyüzünü sırtlıyorum / soluğum durgun
en bedavasındayım ölümlerimin bu gece...

tüm sorularım cevaplarıma tırmandı
bilge bir cahil kıldı beşer beni...
görmüştüm suya düşen düş(ünce)lerimi
ıslaktı tedirginliğim / sıcaktı tedarikli serüvenlerim
ey elini suya sokan talihsiz kurcalayıcı
hem beni, hem kendini yakarken
çek elini suyumdan / ö l e b i l i r s i n..

oysa sen yaşamalısın / ölü kuşlar yiyerek yüreksizliğinde
çek elini tenimden / bir anımdır sana sunabileceğim
kıvrak bir rakkasedir yatağında etim /
dansımı yapıp / yitmeliyim...
arkamdan
gelme suyuma / huyuma / kuyuma
düş bozumlarıma / kimliksizler ülkesindeki yurtsuzluğuma...
çöktü kubbesiz gök kıdemli omuzlarıma
mühim bir tezatlığı zapt eder gibi girmeliydin koynuma...

yaşamın en gülünç çocuğusun sen salyalı
meydanlarda
soyunuk öpüşlerini tanımadığım en esmer adam
her perşembe abdestli en dindar kadın

hiçbiriniz uyurken görmedi beni
kininiz bu yüzden mi...


oysa hep gözüm kapalıydı yalanlarınıza
kandım sevdiğim tüm adamlara / gönüllü / çöl vahabisi
hepinizle sevişmek istedim korkusuzca
lakin kâfidir
gayrı bırakın da
öleyim boynuma dolanan yılanlarla...

ihanetçi saki
doldur sayfalar dolusu yazdığın rakı kadehlerini
ben göçüyorum artık
yağmur olup bitkisiz ormanlara düşüyorum
sen sakın ağlama / maşalı kandillerle dağlama
nasıl olsa koca puntolarla u n u t m a k yazılı zamana...

ki inanmadım hiç
hep doğruyu söylediğini tasnif eden riyakâra
ki sen de inanma... / ...sakın ola inanma...

(kent siyamlarının gitgide kalabalıklaştırdığı yaşamlarımızda ivedi yalnızlaşıyoruz aslında...garip inlemelerdir tüylerimiz yolunurken şiirleşen , dalımıza binen bir baltada sayıklamalarımızdır çıkardığımız acı sesler...hiçbir dile benzemeyen dudakları sözdür haykırışımızın...
belki de hiçbir şeydir şiir , sadece büyütüyoruzdur anlamsızlığımıza anlam katmalarda...
o yüzden söylenen hiçbir şeye inanmadım...
sen de inanma ...
sakın ola inanma...)

*cao crno; merhaba siyah / sırpça


21.08.2004 / İzmir

Ömür Nihan Akçalı


Share/Save/Bookmark

Peyzaj...

Amerikan manzarasının kusuru, romantik yanılsamanın öne sürdüğü gibi tarihsel anıların eksikliği değil, insan elinin hiçbir izi taşımamasıdır. Sadece ekilebilir toprağın yetersizliğiyle, çoğu zaman bodur çalılardan yüksek olmayan işlenmemiş ormanlarla da sınırlı değildir bu durum, asıl yollarda belli eder kendini. Manzaranın içine öylece yerleştirilmiş gibidir yollar; düzgünlük ve genişlikleri ne kadar etkiliyse, parıltılı izleri de o yabanıl ve zengin bitkisel çevre karşısında o kadar ilgisiz ve hunhar görünür. İfadesizdirler. Ayak ya da tekerlek izini bilmezler, otlaklıklara ya da ağaçlıklara geçişi sağlayacak patikalar yoktur kenarlarında; demek insan elinin ya da en yakın aletlerinin dokunuşunu hissetmemiş şeylerinin o yumuşamış, yatıştırıcı, batmayan dokusundan da yoksundurlar. Sanki hiç kimse okşamamıştır manzaranın saçlarını. Rahatlatılmamıştır, rahatlamaz. Algılanışı da böyledir. Hızla giden arabanın içinden gördüğü şeyi kaydetmez göz çünkü; silinen manzara da kendi taşıdığından daha fazla iz bırakmaz…

Cüce meyve : Proust nazikti: Kendini yazardan daha zeki sanma mahcubiyetinden kurtarıyordu okuru…

On dokuzuncu yüzyılda Almanlar düşlerinin resmini yaptılar; sonuç her zaman sebzeydi. Fransızlarınsa bir sebze resmi yapmaları bile yetiyordu, ortaya çıkanın bir düş olması için…

Amerikan manzarasının güzelliği : En küçük diliminde bile, ifade olarak, tüm ülkenin uçsuz bucaksızlığı belirir…

Mülteciliğin anılarında, av eti rostolarının belli bir tadı vardır: Hayvan sanki *Freischütz’ün tılsımlı kurşunlarıyla vurulmuş gibi bir tat…

Psikanalizde sadece abartılar doğrudur…

Mutlu olup olmadığımızı rüzgarın sesinden anlayabiliriz. Mutsuz insana evinin korunaksızlığını anımsatır bu ses, onu kuş uykularından, huzursuz düşlerinden uyandırarak. Mutlu adam içinse korunmuşluğunun şarkısıdır. Öfkeli uğultusunda, artık ona karşı etkisiz olduğunu itiraf eden fısıltıyı da işitir…

Düşlerimizden tanıdığımız o sessiz gürültü, uyanık saatlerimizde gazete başlıklarından saldırır bize…

Efsanenin kıyamet habercisi, radyoda yaşıyor bugün. Zorunlu olarak duyurulan önemli olaylar her zaman felaketlerdir. Solemn sözcüğü, İngilezce’de hem törensel, hem de tehlikeli anlamına gelir. Spikerin gerisindeki toplumun gücü, kendiliğinden dinleyicilere yönelmekte, onları hedef almaktadır.

Yakın geçmiş her zaman felaketlerden artakalmış bir yıkıntı olarak görünür bize…

Tarihin eşyada beliren ifadesi, geçmiş azabın dışavurumudur sadece…

Hegel’de öz bilinç, kendi belliğinden emin olmanın hakikatiydi: ‘Hakikatin doğal toprağı’, Fenomenoloji’nin sözcükleriyle. Bunu artık anlayamaz hale geldiklerinde de burjuvalarda hiç değilse servet sahipliğinin gururundan doğan bir öz bilinç vardı. Bugünse öz bilincin tek anlamı, ego üzerinde düşünmenin mahcubiyeti ve iktidarsızlığının fark edilmesidir. Kendinin bir hiç olduğunu bilmek…

‘Ben’ demek, bir çok insan için daha şimdiden bir küstahlık haline gelmiştir…

Gözünüzdeki kıymık en iyi büyüteçdir…

En bayağı insan, en yücesinin zaaflarını sezebilir; en aptalı da en zekisinin düşünüşünde ki hataları…

Cinsel ahlakın ilk ve tek ilkesi : Suçlayan her zaman suçludur…

Bütün, yanlıştır…**

Theodor W. Adorno

* Romantik alman besteci Carl Maria von Weber’in operası (1821)
** Tinin Fenomenolojisi’nin (Hegel) önsözündeki cümlenin ters yüz edilmiş biçimi… ‘Doğru bütündür (ya da bütün olandır) … Ama bütün de kendi gelişimi içinde kendini kusursuzlaştıran özden başka bir şey değildir…’

Share/Save/Bookmark

Görüntü ve Bilmece Üstüne...

Zerdüşt’ün gemide olduğu gemiciler arasında yayılınca, ‘çünkü mutlu adalardan bir kişi gemiye onunla birlikte binmişti’. Büyük bir merak ve umut uyandı. Bir var ki Zerdüşt iki gündür susuyordu; üzüntüden soğuk ve sağır duruyor, ne bakışlara, ne de sorulara cevap verebiliyordu. Fakat ikinci günün akşamı, kulaklarını yeniden açtı, ama yine susuyordu. Çünkü uzaklardan gelip, daha da uzaklara giden bu gemide işitilecek nice garip ve tehlikeli şeyler vardı. Fakat Zerdüşt, uzak yolculuklara çıkan ve tehlikesiz yaşamak istemeyenlerin dostuydu. İşte! Dinleye dinleye dili açılmış, yüreğinin buzları çözülmüştü. Şöyle buyurmaya başladı derken:

Sizlere, ey gözü pek arayıcılar ve araştırıcılar ve kurnaz yelkenlerle korkunç denizlere açılanlar bütün,

Sizlere, ey bilmece esrikleri, ey alaca karanlığın tadına varanlar, gönülleri kaval sesleriyle her hayın çevrintiye çekilebilenler:

Çünkü sizler ipi ödlek ellerle yoklamak istemezsiniz; ve sezebileceğiniz yerlerde, hesaplamaktan nefret edersiniz…

Ancak sizlere anlatacağım gördüğüm bir bilmeceyi, en yalnız kişinin görüntüsünü…

Çok olmadı. Bir gün ölüm renkli alaca karanlıkta yürüyordum tasalı, tasalı ve sert, dudaklarım sımsıkı yapışmış. Ben ki, nice güneşlerin battığını görmüştüm…

Taşlar arasında çekinmeden yükselen bir yol, artık ne bitki, ne de çalıyla gönenen hınzır, ıssız bir yol: Bir dağ yolu, ayaklarımın çekinmezliği altında çatırdıyordu…

Çakılların alaycı takırtısı üstünde yürüyerek, kaygan taşları çiğneyerek : öyle yol alıyordu ayaklarım yukarı doğru…

Yukarı doğru : Onları aşağı doğru, uçuruma doğru çeken ruha, ağırlığın ruhuna, şeytanıma ve baş düşmanıma karşın…

Yukarı doğru: bu ağırlığın ruhu üstüme abansa da, yarı cüce, yarı köstebek; kötürüm, kötürüm eden; kulağıma kurşun, beynimeyse kurşun damlaları gibi düşünceler akıtan…

‘Ey Zerdüşt’ diye fısıldıyordu alaylı alaylı, heceliye heceliye, ‘Ey bilgelik taşı!.. Kendini yükseğe atmışsın ama her atılan taş, düşer!..

Ey Zerdüşt, ey bilgelik taşı, ey sapan taşı, ey yıldız yıkan!... Kendini atıyorsun öylesine yükseğe, ama her atılan taş düşer!..

Kendini yargılamışsın, kendini taşlamaya yargı giymişsin: Ey Zerdüşt, gerçekten yükseğe atmışsın taşını, ama senin tepene inecek o!..

Derken sustu cüce; ve bu uzun sürdü. Ama sessizliği beni sıkıyordu. Bu durumda iki kişi, doğrusu yalnızkende daha yalnızdır!..

Tırmandıkça tırmandım, düşledim, düşündüm, ama her şey beni sıkıyordu. Ağır işkenceden yorgun düşmüş ve daha beter bir düşle uykusundan uyandırılmış bir sayrı kişiye benziyordum…

Ama bende yüreklilik dediğim bir şey var. Şimdiye dek bende ki her yılgınlığı öldürmüştür. Sonunda bu yüreklilik beni durdurdu da, söyletti: Cüce.. Ya sen, ya ben!..

Çünkü yüreklilik en iyi öldürendir. Saldıran yüreklilik : her saldırıda cümbüş sesleri vardır da ondan…

Ama insan, en yürekli hayvandır. Her hayvanı bununla alt etmiştir. Cümbüş sesleriyle alt etmiştir her ağrıyı; oysa insan ağrısı en derin ağrıdır…

Yüreklilik, uçurum ağzındaki baş dönmesini dahi öldürür: İnsanın uçurum ağzında olmadığı yer mi var ki!.. Görmek bile, uçurumlar görmek değil midir?..

Yüreklilik en iyi öldürendir. Yüreklilik acımayı dahi öldürür. Oysa acıma, en derin uçurumdur. Kişi, hayatı nice derinliğine görürse, onca derinliğine görür acı çekmeyi de.

Ama yüreklilik en iyi öldürendir, saldıran yüreklilik: Ölümü dahi öldürür o; çünkü der: Bu muydu hayat?.. Peki öyleyse! Bir daha…

Fakat bu türlü sözlerde pek çok cümbüş sesleri vardır. Kulağı olan işitsin…


Dur cüce!.. dedim. Ya sen, ya ben!.. Ama ben daha güçlüyüm: Sen bende ki uçurumlu düşünceyi bilmezsin!.. Ona katlanamazsın sen!..

Derken beni hafifleten bir şey oldu. Cüce omzumdan atladı, o meraklı!.. Ve karşımdaki taşa oturdu. Fakat tam b,z,m durduğumuz yerde bir geçit vardı…

Şu geçite bak cüce diye sürdürdüm konuşmamı. İki yüzü var. Burada iki yol birleşir. Kimse bu yolların sonuna dek varamamıştır daha…

Şu geriye doğru uzanan yol; sonrasızlığa dek sürer. Şu ileriye doğru uzanan yolsa, başka bir sonrasızlıktır…

Birbirine karşıttır bunlar, bu yollar; birbirini başlarıyla iterler. Ve burada, bu geçitte birleşirler. Bu geçidin adı üstünde yazılıdır. ‘An’…

Ama kişi bunları izlese, durmadan daha daha izlese, sanır mısın ki cüce bu yollar birbirine sonrasızca karşıttırlar…

Düz olan her şey yalan söyler mırıldandı cüce, küçümseyerek… Her gerçek eğridir, zaman bile değirmidir…

Ey ağırlığın ruhu dedim öfkeyle… O kadar hafifseme bunu!.. Yoksa seni oturduğun yerde bırakırım ha topal… Seni yukarlara ben taşıdım!..

Bak diye sürdürdüm konuşmamı. Şu ana bak!.. Geçitten, andan, sonrasız bir yol uzanıyor geriye doğru. Bir sonrasızlık var arkamızda…

Her yürüyebilen, bu yolu daha önce yürümüş olmalı değil midir?.. Her olabilen, daha önce olmuş bitmiş ve geçmiş olmalı değil midir?..

Peki her şey daha önce de var idiyse, bu ana ne dersin cüce?.. Bu geçit dahi, önceden var olmuş olmalı değil midir?..

Ve her şey birbirine öyle bir bağlı ki, bu an, bütün gelecek şeyleri kendine çekmekte, dolayısıyla, kendini de çekmekte. Öyle değil mi?..

Çünkü her yürüyebilen, bu uzun yolu bir daha yürümelidir ileri doğru!..

Peki ay ışığında sürünen şu yavaş örümcek… Peki ay ışığının kendisi. Peki geçitte fısıldaşan senle ben. Hepimiz daha önce de var olmuş olmalı değil miyiz?..

Ve dönmeli ve önümüzde ki öbür yolda, o uzun korkunç yolda yürümeli, sonrasızca dönmeli değil miyiz?..

Böyle konuştum. Gittikçe yavaş konuştum. Çünkü kendi düşüncelerimden ve ard düşüncelerimden korkuyordum. Derken, bir köpek uluması işittim yakında…

Daha önce de böyle bir köpek uluması işitmiş miydim?.. Düşüncelerim geriye doğru koşuyordu. Evet!.. Çocukken en uzak çocukluğumda…

Böyle bir köpek uluması işitmiştim o zamanlar. Köpeği de görmüştüm. Tüyleri diken diken, başı havada, köpeklerin bile hayaletlere inandığı o sessiz mi sessiz gece yarısında titriyordu…

Yüreğim acımıştı. Dolunay, ölüm gibi sessiz. Tam o sırada geçmişti evin üzerinden. Tam o sırada durmuştu bir değir mi ateş. Başkasının malı üstündeymiş gibi, düz damın üzerindeydi daha…

Bundan yılgıya kapılmıştı köpek. Çünkü köpekler hırsızlara ve hayaletlere inanırlar. Yine böyle bir köpek uluması işitince, yüreğim acıdı bir daha…

Nereye gitmişti cüce?.. Ya geçit?.. Ya örümcek?.. Ya o bütün fısıldaşmalar?.. Düş mü görmüştüm?.. Uyanmış mıydım?.. Yaban kayalıklar arasında birdenbire tek başıma, yapayalnız kalmıştım en ıssız ay ışığında…

İşte bir adam yatıyordu yerde!.. Ve işte!.. Köpek sıçrıyor, tüylerini kabartıyor, inliyor.. İşte gördü geldiğimi… Derken uludu yine, derken bağırdı yine… Ben hiç köpeğin böyle yardım istercesine bağırdığını işitmiş miydim?..

Gerçek, bu gördüğüm gibisini görmemiştim hiç. Kıvranan, boğulan, titreyen, yüzü allak bullak, ağzından bir ağır kara yılan sarkan, genç bir çobandı gördüğüm…

Bir tek yüzde bunca bulantı, bunca solgun korku gördüğüm olmuş muydu?.. Herhalde uyuyordu. Derken boğazına aktı yılan. Orasını soktu. Şimdi de çıkmıyordu…

Elimle yılana asıldım, asıldım... Boşuna!.. Yılanı boğazından çıkaramadım. Derken bir bağırmadır koptu içimden. Isır, ısır!..

Kopar başını!.. Isır!.. Böyle bağırıyordu içimde ki.. Korkum, nefretim, tiksintim, acımam, bütün iyim, bütün kötüm, bir tek ses olmuş bağırıyordu içimden…

Ey çevremdeki gözü pek kişiler!.. Ey arayıcılar ve araştırıcılar ve kurnaz yelkenlerle bilinmedik denizlere açılanlar!.. Ey bilmece tutkunları!..

Çözün bana gördüğüm bilmeceyi, yorumlayın bana en yalnız kişinin görüntüsünü!..

Çünkü o, görüntüydü, önceden görmeydi. Simge olarak gördüğüm neydi?.. Ve bir gün gelmesi gereken kimdir?..

Boğazına böyle yılan akan çoban kimdir?.. Boğazına böyle en ağır, en kara istem adam kimdir?..

Ama çoban, bağırtımın öğüdüne uydu da, ısırdı. Zorlu ısırdı hem!.. Ta tuzağa tükürdü yılanın başını. Ve ayağa fırladı…

Artık çoban değil, artık insan değil, değişmiş biri. Işıkla sarılı biriydi gülen!.. Yeryüzünde kimse gülmemişti onun gibi!..

Ey kardeşlerim, işittiğim insan gülüşü olmayan bir gülüştü. Şimdiyse bir susuzluk kemiriyor beni, dinmek bilmeyen bir özlem.

Beni o gülüşe duyduğum özlem kemiriyor. Ah daha nasıl dayanıyorum yaşamaya!.. Ve nasıl dayanırım şimdi ölmeye!..

Böyle buyurdu Zerdüşt…

F.Nietzsche

Share/Save/Bookmark

Saldırıya Uğrayan İmge...

İmgenin başına da gösterge ve metaforun başına gelenler gelmiş, yani gerçeğe dönüşmüştür…

Kendi başına imgenin hakikat ya da gerçeklikle ilgisi yoktur… O daha çok bir görünüm, görünümlerle ilişkili bir şeydir… Bu haliyle de mevcut dünyaya özgü illüzyonla sihirli bir ilişki içinde olduğu söylenebilir… Bu bize gerçek ya da gerçekten daha beter olanın varlığından emin olmanın asla mümkün olamayacağını ve belki de dünyanın, gerçeklik ilkesi gibi gerçeğe de ihtiyaç kalmamış olduğunu göstermektedir…

Sanırım imge bize anında etkileyebilen bir güce sahip… Üstelik sezgi ve algılama açısından bu gücün yeniden canlandırmayla ilişkisi yok… Bu düzeyde imge bizi her zaman şaşırtmayı başarmaktadır… En azından öyle olması gerekir…

Olaya bu açıdan bakıldığında ne yazık ki ortalıkta pek az imgenin bulunduğunu kabul etmek gerekiyor… İmgenin gücü genelinde kendisine söyletilmek istenen şey tarafından zayıflatılmaktadır…

Genellikle imge özgünlüğünü yitirmekte ve tek başına bir imge olarak var olmayı başaramamakta, dolayısıyla da gerçekle dürüst sayılamayacak ilişkiler içine girmektedir…

Hemen herkes gerçeğin hızla çoğalma kapasitesine sahip gösterge ve imgeler içinde kaybolup gittiğini söylemektedir… İmgelerin belli şiddetle yüklü olduğu inkar edilemez bir olgudur, ancak bu şiddet imgeye karşı girişilen saldırı yanında oldukça hafif kalmaktadır… Belgeleme, tanıklık, mesaj üretimi; ahlaki, politik, reklam ya da yalnızca haber edinme amacıyla imgeden yararlanılmaktadır…

Kendisinden kurtulmanın olanaksız göründüğü bir illüzyon, hayati bir illüzyon olarak imge ölmüştür…

Bizanslı İkonoklastlar imgelere yüklenen anlamları (Tanrının görselleştirmesi) zihinlerden silip, atabilmek için onları parçalıyorlardı… Biz ise tam tersini yapar gibi görünmemize ve kültürümüzün önemli bölümünü oluşturan idoller kültüne rağmen hala ikonoklastlar gibi davrandığımız söylenebilir… Çünkü imgeleri anlama boğuyor ve onları yok ediyoruz…

Güncel imgelerin büyük bir çoğunluğu sefil ve vahşi insan görüntüleri sunmaktan başka bir şey yapmıyorlar… Oysa aşırı anlamla yüklü bu imgelerin bizi hiç etkilemedikleri, hatta üzerimizde bırakmaları gereken etkinin tersine yol açtıkları görülmektedir…

İmgeye yüklenen içeriğin bizi etkileyebilmesi için, bu imgenin kendiliğinden ortaya çıkması ve kendi anlamını kendinin dayatması gerekmektedir… İmgenin gerçek anlama sahip olabilmesi ve bunu dışarı vurabilmesi için, önce gerçekliğe imgesel bir anlam transferinin gerçekleştirilmesi ve bu anlamında önceden bilinmesi gerekmektedir…

Günümüzde imgeler aracılığıyla sunulan sefalet ve şiddet reklamlarınkini andıran bir leitmotive dönüşmektedir… Toscani, modaya yeniden cinsellik ve AIDS, savaş ve barış bulaştırmaktadır… Neden olmasın?... Mutsuzluğu bir reklam aracı haline getirmek neden mutluluğu bir reklam aracı haline getirmekten daha ahlaksızca bir şey olsun ki?.. Bunun tek koşulu olabilir, o da: Bizzat reklam, moda ve iletişim aracından fışkıran şiddeti göstermek… Doğal olarak reklamcılar böyle bir şeyi reddedeceklerdir… Oysa moda ve sosyete görüntüleri bir tür ölüm gösterisi gibi algılanabilir… Dünyanın ne kadar sefil bir yer olduğunu anlamak için bir mankenin yüz ve vücut hatlarının, en az bir Afrikalının iskeleti andıran görüntüsü kadar etkili olduğu söylenebilir…

Bakmayı bildiğiniz takdirde, aynı vahşetle her yerde karşılaşabilirsiniz…

Bu ‘gerçekçi’ imgeler olanı değil, olmaması gerekeni ‘ölüm ve sefalet’, daha doğrusu ahlaki ve insani açıdan olmaması gerekeni göstermektedirler… (Tabii bu arada, bu sefaleti ticari ve estetik açıdan ahlaksızca kullanmaktadırlar…)

Öte yandan sözde ‘nesnel’ bir gerçeklik sunan bu imgeler bir yandan gerçeği derinlemesine yadsırken, bir yandan da yansıması olmak istemedikleri bir gerçekliği yeniden canlandırmaya ve bu gerçeğe tecavüz etmeye zorlanmaktadırlar…

Bu açıdan fotoğrafların pek çoğu (bunlar genellikle medyatik imgelerin yanı sıra ‘görsellikle’ ilgili her şey olabilmektedir…) gerçek imge değildirler… Bunların hepsi ideolojik düzenlere boyun eğen röportaj, gerçekçi klişeler ya da estetik denemelerdir…

Bu aşamada imge artık görsel düzeyde iş gören bir şey olma özelliğini yitirmektedir… Başka bir deyişle Bütünsel Gerçekliğe benzeyen, salt görünmek amacıyla üretilmiş bir araç, ne pahasına olursa olsun görselleşmeye çalışan bir gerçeklik gibi algılanmak isteyen bir şeydir… Her şey görülmek ve görünür olmak zorunda olduğundan, imge bu görünürlüğün kusursuz örneği olarak kabul edilmektedir…

Şu reality show, Big Brother, Loft Story, vb. tele gerçeklik programlarında imgesel sıradanlıkla yaşamın sıradanlığı eşdeğerli hale gelmektedir… Bütünsel görünürlük denilen şey tam da bu, her şeyin görülmesi gerektiği ve dolayısıyla görülecek hiçbir şeyin kalmadığı bir sırada ortaya çıkmaktadır…

Bir imgeye dönüşmek demek insanın gündelik yaşamını, mutsuzluklarını, arzularını ve sahip olduklarını sergilemesi demektir… Sırlarından tamamen arınmış olması demektir… Düşüncelerini açıklamak, konuşmak, sürekli iletişim halinde bulunmak demektir… Her an bir imgeye dönüşme olanağına sahip olmak, televizyon haberleri adlı ışığa maruz kalmak demektir… Tıpkı şu yirmi dört saat boyunca yaşamının tüm sırlarını internet üzerinden online yayınlayan kadın gibi…

Bu kendini ifade ediş biçimi Foucault’nun sözünü ettiği en son keşfedilen itiraf etme biçimi midir?.. Bunun en azından özgün bir varlık olan insanla birlikte, özgün bir varlık olan imgeye de tecavüz etme anlamına geldiği söylenebilir…

Leaving Las Vegas (Mike Figgis) adlı filmde sarışın kadının bir yandan konuşurken bir yandan da çişini yaptığı görülmektedir… Kadın ne söylediğinin ve yaptığının farkında değildir…

Bu tamamıyla gereksiz bir sahnedir ve asıl bağıra çağıra anlatmaya çalıştığı şey gerçeklik ve kurmaca düzeyinde karşımıza aynı anda çıkan zincirleme geçişin/akışın her şeye egemen olduğudur… Her şeyin görülmeye değer, görülmek ve haz almak amacıyla üretebileceğini anlatmaya çalışmaktadır…

Saydamlık : Gerçeğin tamamını görselliğin yörüngesine oturtmaktan ibarettir… (Yani yeniden canlandırmanın… Oysa buna hala yeniden canlandırma diyebilmek mümkün müdür?.. Bunun daha çok bakışımızı rehin alan bir teşhircilik biçimi olduğu söylenebilir…)

Yararsız, gereksiz, bir şeyler arzulatmayan, insanı etkilemeyen bütün görüntüler müstehcendir… Bu ise görünümlere özgü o bulunması zor ve değerli uzamın yasa dışı yollardan ele geçirilmesi anlamına gelmektedir…

İmgenin katli bu türden bir şey olup, bir iktidar ve denetim aracı olarak bu zorunlu görme eyleminin bir parçasıdır… Bunun ‘panoptik’ ötesi bir şey olduğu söylenebilir… Sorun gözün şeylerin dış görünüşlerini algılaması değil, onları saydamlaştırıp, görünmez hale getirmesidir… İçselleştirdiği söylenebilecek denetim kapasitesi sayesinde insanlar artık kurban edilmek yerine imgeye dönüştürülüyor…

Borges’in Aynalar Halkı başlıklı öyküsünde yeniden canlandırılan her sürecin ardında, aynadan yansıyan her imgede sanki bozguna uğratılmış bir özgünlük, bize benzeyen, benzemek zorunda olan bir düşman vardır…

Bu şekilde değerlendirildiğinde her imgenin sahip olduğu bir şeyleri yitirdiği (imgenin sahip olduğu açıklaması güç çekiciliğinin nedeni de budur… İmge sahip olduğu bir şeyleri yitirmiştir) söylenebilir… İkonosklastlar, Tanrıyı ortadan kaldırmaya yaradığını düşündükleri (belki de Tanrının kendini temsil eden imgelerin ardına gizlenmeyi ve ortalıkta görünmemeyi yeğlediğini söylemek gerekiyor) ikonları yakıyorlardı…

Günümüzdeyse imgelerin gerisinde yok olup giden varlık Tanrı değil, bizleriz… Artık imgemizin çalınması ve sırrımızı ifşa etmeye zorlanmak gibi şeyler söz konusu değil, çünkü artık böyle bir şeyden söz edebilmek olanaksız… Bizi sarıp sarmalayan Bütünsel Gerçeklik içinde saklayıp, gizleyebileceğimiz bir şey kalmadı…

Bütünsel gerçeklik hem ulaştığımız en üst saydamlık, hem de her şeyin tamamıyla müstehcenleştiği bir aşamadır…

İmgeye karşı gerçekleştirilebilecek en şiddetli saldırı, sayısal hesaplama ve bilgisayar aracılığıyla ex nihilo (yoktan varedilen) gerçekleştirilen imgedir…

Sentetik imge, imgesel düşlemeye, imgesel düşlemenin neden olduğu o asal illüzyon olayına bir son vermektedir… Çünkü sentetik imgenin bir göndereni yoktur… Sentetik imge, Sanal Gerçeklik olarak anında üretilebilmektedir…

Artık imge kaydından, gerçek bir nesneyi belli bir zaman diliminde kaydetmekten, yani fotoğrafın sihirli bir illüzyon, imgenin ise özgün bir olaya dönüştürülebilmesinden söz edebilmek mümkün değildir…

Sanal imgede Roland Barthes’ın ifadesiyle artık o eski fotoğraf imgesinde ki punctum (zamansal göndermelere/anımsamalara yol açan görüntünün etkileyici boyutu çn) belirli bir anın kusursuz kaydı/saptanması diye bir şey söz konusu değildir… Eski fotoğraflarda kaydedilmiş varlıkların çekim anında orada ancak görüntüye bakıldığı sırada orada olmadıkları anlaşılabiliyordu… Fotoğrafa bakıldığı sırada gösterdiği şeyin yokluğuna tanıklık etmesi insanda nostaljik duygulara yol açıyordu…

Oysa dijital ve sayısal üretim imgeye bir analogon/örnekseme olarak son verirken aynı zamanda düşsel özellikler taşıyan gerçeğe de bir son vermektedir… Özne ve nesnenin karşılıklı olarak aynı anda ortadan kaybolduğu o fotoğraf makinesi deklanşörünü harekete geçirme edimi sırasında deklanşörün bir anlığına dünya ile bakışın varlığını askıya aldığı, imgenin makineye borçlu olunan kalitesini ortaya çıkaran o kısa baygınlık, saliselik ölüm anı, dijital ve sayısal processing sırasında ortadan kaybolmaktadır…

Bütün bunlar kaçınılmaz şekilde özgün bir araç olan fotoğrafın ölümüne yol açmaktadır… Analojik imgeyle birlikte ortadan kaybolan şey fotografik özdür… Çünkü fotoğrafın özü yoksun imgelerin ortalığı kaplayıp, çoğalması nedeniyle bizi bekleyen sayısal kudurganlığı geciktirmeye yönelik son uzatma anlarını yaşıyoruz…

Bu arada referans sorunu oldum olası çözümsüz kalmıştır… Peki ya gerçek denilen şey çözülebilmiş midir?... Ya yeniden canlandırma olayı çözülebildi mi?... Oysa sanal görüntüyle birlikte, gönderen imgenin teknik programlama süreci içinde ortadan kaybolmakta, dolayısıyla duyarlı bir film şeridinin kaydedebileceği gerçek bir dünya olmayınca da (duyarlı düşünce şeridi olarak adlandırılabilecek dil yetisi konusunda benzer şeyler söylenebilir) yeniden canlandırma denilen şeye de gerek kalmamaktadır…

Beterin beteri var… Analojik imgeyi sayısal imgeden ayırt etmemizi sağlayan şey analojik imgenin bir yokluk, bir mesafe, bir dünyayı dondurma/durdurma biçimine benzemesidir… Warhol’un sözünü ettiği şu imgenin tam merkezinde yer alan boşluk/hiçlik duygusuna benzeyen bir şey…

Oysa sayısal ya da daha genelinde sentetik imge üretiminde negatif film, ‘zamansal farklılık’ gibi şeyler yoktur… Ölüp giden, yok olan bir şey yoktur… İmge bir dayanaktan diğerine, örneğin bilgisayardan, cep telefonuna, televizyon ekranına vs. otomatik bir şekilde geçerken yoğunlaşan bir talimatlar silsilesi ve program tarafından üretilmektedir… Otomatikleşmiş bir işlemler ağı imgeyi oluşturan otomatik sürece boyun eğmektedir…

Bu durumda yokluk, boşluk ya da şu imgenin tam merkezinde yer alan hiçliği kurtarmanın alemi var mı?...

Fotografik imge en saf imgedir… Çünkü zamanı ve devinimi simüle etmez… O keskinkes gerçek dışı bir şeydir… Tüm diğer imgesel biçimler (sinema, video,, sentetik) gerçeklikle bağlantısı kopuk saf imgenin sulandırılmış çeşitleridir…

Bir imge ne kadar yoğun, gösterdiğinden başka bir şeye ne kadar benziyorsa gerçekten de o ölçüde uzaklaşmış olduğu söylenebilir… Bir nesneyi bir imgeye dönüştürmek demek, sahip olduğu tüm boyutları, yani : ağırlığını, üç boyutluluğunu, kokusunu, derinliğini, zamansallığını, sürekliliğini, ve doğal olarak anlamını teker teker elinden almak demektir… imgeye ancak böyle bir etten kemikten arındırma işlemiyle büyüleme gücüne sahip olabilmektedir…

İmgeyi yansıttığı gerçeğe yakınlaştırabilmek amacıyla ona bu boyutlarla birlikte devinim, düşünce, anlam, arzu ekleyerek multimedyatik hale getirmek, yani simüle etmek ulaşılmak istenilen sonucun tam tersini yapmak demektir… Burada tekniğin kendi kazmış olduğu çukura düştüğü söylenebilir…

Saf bir imge tasarlamak istiyorsanız bunun tek bir yolu olduğunu da bilmek durumundasınız… Saf imge iki boyutlu bir evrene aittir… Bu kusursuz bir görüntü olup, teknik açıdan görsel gelişmenin son evresi olarak sunulan gerçeğin üç boyutlu yeniden canlandırılmış haline eşdeğerlidir…

Fotoğraf imgesi gerçeğe koşut, derinlikten yoksun bir sahne gibidir… Bir eksiklik gibi sunulan iki boyutluksa aslında bir çekicilik ve bir dizi özellik katmaktadır…

Üçüncü boyutun imgeye kattığı rölyef, zaman ve tarih, ses ve devinim ya da düşünce ve anlam, kısaca imgeyi gerçek ve yeniden canlandırılma sürecine yaklaştıran her şey (gerçekliğe) koşut bir evren olarak nitelendirilebilecek bu imgeyi yıkmaya yönelik bir şiddet olarak değerlendirilebilir…

İmgeye eklenen her yeni boyut öncekileri geçersiz kılmaktadır… Sanal, sayısal ve Bütünsel Gerçeklik olarak nitelendirilebilecek dördüncü boyutsa tüm diğerlerini geçersiz kılmaktadır… Bu boyuttan yoksun bir hiperuzamdır… İmgenin gerçek anlamda var olmadığı (dolayısıyla gerçek ve yeniden canlandırma evreninde söz konusu olmadığı ) ekran yüzeylerinden oluşan bir uzam…

Saf imgeye ulaşabilmek için boyutların teker teker azaltılması gerektiği ortadadır… Boyut azaltma işlemi özün yani imgenin anlatmaya çalıştığı şeyden daha önemli olduğunu göstermektedir… Tıpkı dil yetisinin anlamlandırmaya çalıştığı şeyden daha önemli olması gibi…

Gerçek sanıldığı kadar açık seçik bir şey değildir…

Net bir gerçek açıklaması yoktur… Dünyanın açıklanması demek ‘nesnel gerçekliğin’ açıklanması, bir başka deyişle, yeniden canlandırma modellerinin düzenlenmesi/ayarlanması demektir… Tıpkı nesnesine odaklanmış fotoğraf makinesi objektifi gibi… Çok şükür bugüne kadar hiç kimse dört dörtlük bir dünya açıklaması yapamamıştır… Çünkü ya objektif nesnesine tam olarak odaklanamamakta ya da tersi olmaktadır… Ancak her durumda kımıldayan bir şeyler olduğu söylenebilir…

Aforizmalardan birinde Lichtenberg, titremekten söz etmektedir… Doğru bir şekilde gerçekleştirilmiş olsa bile her hareket/jest öncesinde bir titreklik/tereddüt yani kararsızlık anı vardır… Ve bu kararsızlık hareket üzerinde iz bırakmaktadır… Bu belirsiz ve titreklikten arındırılmış, yani tamamen işlemsel ve kusursuz bir görünüme sahip bir jest ise kişinin deliliğin sınırında bulunduğunun delilidir…

Gerçek imge durum ve nesneden çok bu dünyaya özgü titrekliği ön plana çıkartan imgedir… Bu ister savaş ya da natürmort, ister manzara ya da portre, isterse sanat ya da röportaj fotoğrafı olsun değişen bir şey yoktur…

Bu aşamada imge dünyaya ait bir parça olup, onunla aynı yazgıyı paylaşmakta, yani görünümlere özgü hatların biçimini değiştirmektedir… Bu her ayrıntının bütünü yansıttığı holografik özelliklere sahip dünyanın küçük bir parçasıdır…

Fotoğraf imgesine ait bir özgünlük varsa, bu bir olayı canlandırmasından çok, bizzat kendisinin bir olaya benzemesinden kaynaklanmaktadır… Mantıken önce olay, gerçek vuku bulmalı sonra da imgesi çekilmelidir… Ne yazık ki çoğunlukla durum böyledir…

Oysa bir başka yaklaşım biçimine göre, olay asla tamamıyla gerçekleşmemeli, bir anlamda olay kendi kendinin farkında olmamalıdır… Böyle bir tuhaflıkla hemen her olay, her nesne ve bireyde karşılaşabilmek mümkündür… İmgenin göstermesi gereken şey işte budur ve bunu başarabilmek için bir tür bilinçsiz imge gerekmektedir… Bir araç görevi yapmaması ya da kendi kendini bir imge sanmaması gerekmektedir… Bir kurmaca olarak kalması ve gösterdiği kurgusallaşmaya mahkum olayı yansıtması gerekmektedir… İmge kendi kazdığı kuyuya düşmemeli ya da bir imgeye benzememelidir…

Bizim açımızdan en kötü olasılık imgeleştirilemeyen bir dünyanın varlığı olabilir… Kendisini/gerçeğini görmeden önce kaydedilmiş, filmi, fotoğrafı çekilmiş halini tekrar tekrar göremeyeceğimiz bir dünya düşüncesine tahammül edemeyiz… Bu hem ‘gerçek’ dünya, hem de imge için ölümcül bir tehlikedir… Çünkü gerçeği yalnızca yeniden yeniden üretmeye çalışmaktan başka bir şey yapmayan, gerçeğin içine gömülmüş bir imge, imge olma özelliğini yitirmiş bir şeydir… İstisnai bir şey, bir illüzyon, paralel bir evren görevi yapan imgeyi yitirdik… İçinde yüzmekte olduğumuz bu görsel akıntı evreninde, imgenin imgeye dönüşecek zamanı yoktur…

Fotoğraf, bu imgeler seli içinde istisnai bir yere sahip olabilir ve onlara yeniden özgün bir güç katabilir mi?.. Bunun için dünyada ki mevcut şamatanın durdurulması ve nesnenin fotoğrafının, kendisiyle karşı karşıya gelinen o ilk fantastik anda, yani şeylerin henüz bizim oradaki varlığımızı fark etmedikleri ya da boşluk ve yokluk duygusunun henüz dağılıp gitmemiş olduğu bir sırada çekilmesi gerekmektedir…

Aslında dünyanın kendisi kendi fotoğrafını çekmeli, bize bizim algılayamadığımız bir dünya sunmalıdır…

Dünyanın özgünlüğünü ünlü Bizans tartışmalarında İkonoklastların düşlediklerine, otomatik bir yazıma benzer şekilde yansıtan bir fotoğraf düşlüyorum… İkonoklastlar mendil üzerinde ki insan elinden çıkmamış, İsa’nın ‘Kutsal Yüzü’ (Sainte Face) olarak adlandırdıkları imgenin gerçekliğini kabul ediyorlardı… Çünkü yalnızca bu imge Tanrısal yüzün/gerçeğin kendisi olarak kabul ediliyordu… Bunu İsa’nın yüzündeki o uhrevi özgünlüğün bir tür otomatik yazım ya da (negatif film şeridine benzer şekilde) çıkartma resim gibi insan eli değmeden (acheiropoietique) çizilmesi olarak değerlendirebiliriz… Buna karşın insan elinden çıkma (cheiropoietique) ikonları şiddetle reddediyorlardı… Çünkü bunları Tanrının simülakları olarak görüyorlardı… Buna karşın fotoğraf çekme edinimin bir tür ‘acheiropoietique’ şey olduğu söylenebilir… Gerçek ya da gerçek düşüncesine kısa devre yaptıran otomatik ışık çizimi/yazımı olarak nitelendirilebilecek fotoğraf imgesi, bu otomatizm sayesinde insan elinin değmediği, dünyaya özgü bir yazım biçiminin prototipine dönüşmektedir… Kendiliğinden radikal illüzyon görünümüne bürünen dünya, pürüzsüz bir çizgi, simülasyondan yoksun, insan müdahalesinin yer almadığı ve özellikle de hakikatle ilişkisi olmayan bir yere benzemektedir… Zira insan beyninin kusursuz bir ürünü varsa o da hakikat ve nesnel gerçekliktir…

Nedense fotoğrafik imgeye genellikle sahip olmadığı bir anlam atfedilmeye çalışılmaktadır… Fotoğrafa anlam yüklemek nesnelere poz verdirmeye benzemektedir… Çünkü nesneler bakışların kendilerine yöneldiğini hissettikleri anda anlam yaymaya başlamaktadırlar…

İnsanlar ne zamandır varlığını onlar olmadan sürdürecek bir dünya düşlemiyorlar mı?.. Biz olmadan varlığını sürdürecek, insani iradeyle hiçbir ilişkisi olmayan dünya düşüncesi şiirsel bir dileğe benziyor…

Şiirsel dil yetisinin keyiflenmesine yol açabilecek en önemli olay, maddi ve yazınsal düzeyde anlama gerek duymadan üretilmesini sağlayacak bir işleyiş biçimidir… Bizi büyüleyen şey de zaten budur… Tıpkı gövde sözcük, anamorfoz/çarpıtılmış resim ‘halıda gizlenen yüz figüründe’ olduğu gibi…

“Taşlanıp, cilalanmış camların gerisinde duran dünya, denizlerin ötesinde ki dünyadan daha önemlidir… Bundan daha önemli bir dünya varsa o da ölüm ötesine ait olandır…” (G.C.Lichtenberg)

Işık için nesneler bir bahanedir…

Nesnelerden yoksun bir dünyada, ışık bizim varlığını bile fark edemeyeceğimiz uçsuz bucaksız başı sonu olmayan bir şeye benzeyecektir…

Öznelerden yoksun dünyada, bilincimizde herhangi bir yansımaya yol açamayacak düşünce evreni içinde kaybolup gitmek durumundayız…

Çünkü özne dur durak tanımayan düşünce dolamını durdurabilen ve yansıtabilen varlıktır…

Nesne ışığı durduran ve onu yansıtan şeydir…

Fotoğraf çekmek demek ışıkla otomatik bir şekilde yazı yazmak demektir…

Sessiz bir imgeyi ancak kitleler ve çölde karşılaşılan sessizlikle karşılaştırabilirsiniz…

Fotoğraf makinesiz bir fotoğrafçı olabilmek ve dünyayı makine olmadan dolaşıp fotoğraflamak, kısaca fotoğraf olayının ötesine geçerek, şeyleri sanki imge ötesi varlıklarmış gibi görmek, sanki fotoğraflarını bir önceki yaşantımızda çekmişiz gibi bir duygu yaşayabilmek ne müthiş olurdu…

Belki de bir tür hayvanlık (ilkel içgüdüler çn) aşamasına benzeyen bir imge aşamasından geçmiş bulunuyoruz… Ayna aşamasınınsa bütün bunların bireysel yaşantımızda ki yansımasından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz…

Otoportre diye bir şey yoktur…

Yalnızca dünya kendi imgeleri aracılığıyla kendi otoportresini oluşturabilmekte ve aldığı keyfi hatır için bizimle paylaşmaktadır…

Buna karşın bütün imgelere aynada ki yansımamız kadar duyarlı olmak gerekiyor…

Bu olay gerçeklikle olan buluşmanızı kaçırmak türünden bir şeydir… Bunun nedeni belki de gerçek olmayan diğer/paralel dünyayı tercih etmemizdir…

Zaten gerçeklik evrenine paralel olan evrenlerle daha çok ilgilenmiyor muyuz?..

Bütün ikili yaşam biçimlerini bize bahşedilmiş olana tercih etmiyor muyuz?...

Ayrıntı ya da fragmandan daha güzel paralel bir evren düşünemiyorum…

Bütünden ve oluşturduğu bu teknolojik karmaşadan yalıtılmış bir ayrıntı doğal olarak gizemli bir şeye dönüşmektedir…

Doğal dünyadan kopartılan her parça, bu eylem gerçekleştirildiği esnada, gerçek ve oluşturduğu bütüne karşı girişilmiş yıkıcı bir eylem olarak yorumlanabilir…

Bunun için fragman gibi kısaltmalardan oluşmak yeterlidir…

İstisnai olmakta yeterlidir…

Her özgün imge istisnai bir şeydir, çünkü tüm diğerlerini unutmamızı istemektedir…

Öyle hassas bir objektif olmalı ki, sözcüğün gerçek anlamında yalnızca karşısında duranları algılamalı ve poz verirmiş gibi yapanlarla orada olduğunun farkında bile olmayanları algılamamalı… Film şeridiyse bunlara karşı duyarsız olmalı ve görüntülerini kaydetmemeli… Tıpkı ruh benzeri şeyler ya da vampirleri kaydetmediği gibi…

Zaten objektif, fotoğrafın çekilmiş olduğu anda bizim hangi durumda olduğumuzu göstermektedir…

İşte bu yüzden fotoğrafımızın çekildiği anda içimizde bir ölüm hisse duyuyoruz… Tıpkı kendi varlığının kanıtlarına karşı duyarlı olmayan Tanrı gibi…

Kendimizi somut bir varlık olarak gördüğümüz an içimizde ki tüm duygular olumsuz hale gelmektedir…

Varlık değil, yokluk üzerinde odaklanılmaktadır… Özgün olan şey bir nesne, bir imge, bir fragman, Mark Rothko’nun güzel deyimiyle: ‘Aynı anda bütün dünyaya açılan ve kapanan’ bir düşüncedir…

Gerçeği gerçeklik ilkesinden koparıp, ayırmak…

İmgeyi yeniden canlandırma ilkesinin elinden çekip almak…

İmgeyi nesne ve bakışın yansıttığı ışıkların çakışma noktası olarak görmek…

Jean Baudrillard


Share/Save/Bookmark