Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Bu Blogda Ara


Kaygan zeminde koşuyorduk. Bazen birimiz sendeleyip düşüyor, bazen yol kenarından uçuruma yuvarlanacak gibi olup, bir diğerimiz ister istemez yardımına koşuyordu; hani yardıma koşanımız pek sakınarak yapıyordu bunu; çünkü kendisi de nihayet ayakta eğreti duruyordu. Sonunda diz denen bir tepeye vardık; hiç yüksek değildi, ama bir türlü tırmanıp çıkamadık. İkide bir kayıp düşüyorduk aşağı, ne yapacağımızı şaşırmıştık; tepeyi tırmanamadığımıza göre, çevresini dolanmamız gerekiyordu. Ama bu, bizi belki tepeye ulaştıramayacağı gibi, tırmanmaktan çok daha tehlikeli bir girişimdi. Çünkü böyle bir girişimin başarısızlığı, hemen uçuruma yuvarlanmak ve ölüp gitmek demekti. Birbirimize engel olmamak için, her birimizin bir başka taraftan işe koyulmasına karar verdik. Kendimi yere atıp yavaş yavaş sürünerek yere geldim; baktım, bulunduğum tarafta ne yoldan eser var, ne bir yere tutunma olanağı; her şey ansızın uçurumla sonlanıyordu. Öbür tarafta ise geçemeyeceğime emindim; öbür taraf buradakinden biraz daha iyi çıkmadı mı, ki bu da doğrusu yalnız denemekle anlaşılabilirdi; o zaman öbür baştakimizle ikimizin açıkça sonu gelmiş demekti. Ama göze almak gerekiyordu, burada kalamazdık; arkamızda kimseleri yanına yaklaştırmayan bir görünümle ayak parmakları denen beş sivri tepe yükseliyordu. Durumu bir kez daha ayrıntılarıyla gözden geçirdim; aslında uzun sayılamayacak, ama üstesinden de dünyada gelinemeyecek bir yoldu, bu. Gözlerimi yumdum, çünkü açık bulunmalarının bana yalnızca zararı dokunabilirdi. Karar vermiştim, gözlerimi artık açmayacaktım, meğer ki o inanılmaz şey gerçekleşsin, ben her şeye karşın öbür tarafa sağ salim varabileyim. Derken ağır ağır yana doğru yatırdım kendimi, sanki uykudaymışım gibi bunu yapıyordum. Sonra öne doğru ilerlemeye başladım, sağa ve sola enikonu açmıştım kollarımı; çevremde elden geldiği kadar geniş yeri vücudumla kaplayıp adeta kucaklamam bana biraz denge sağlar, daha doğrusu beni biraz avutur gibi göründü. Ama bulunduğum yerin bana bayağı yardım elini uzattığını farkederek şaşırdım; kaygan ve tutunacak yanı olmayan bir yerdi, ama soğuk değildi; bir sıcaklık topraktan çıkıp bana, benden çıkıp toprağa geçiyordu, yani bir çeşit bağlantı kurulmuştu aramızda; eller ve ayaklarla sağlanamayan, ama varlığını koruyup dirliğini yitirmeyen bir bağlantıydı...
Franz Kafka/Taşrada Düğün Hazırlıkları...

Share/Save/Bookmark

Sisifos Söyleni...

Tanrılar Sisyphos'u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum etmişlerdi; Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.

Homeros'a bakılırsa, Sisyphos ölümlülerin en bilgesi, en uyanığıydı. Başka bir söylentiye göre de haydutluğa eğilim gösteriyordu. Ben bunda bir çelişki görmüyorum. Ruhlar dünyasının yararsız işçisi olmasına yol açan nedenler konusunda kanılar farklı.

İlkin tanrıları biraz hafife alması başına kakılıyor. Onların gizlerini açığa vurmuştu. Jüpiter, Asope'un kızı Egine'yi kaçırır. Kızın babası bu kayboluşa şaşar, Sisyphos'a dert yanar. Bu kaçırmayı bilen Sisyphos, Korent kalesine su vermesi koşuluyla Asope'a bilgi vereceğini söyler. Suyu tanrıların öfkesine rağmen yeğ tutmuştur. Ruhlar ülkesinde bundan dolayı cezalandırılır. Homeros bize Sisyphos'un Ölüm'ü zincire vurduğunu da anlatır. Pluton ülkesini ıssız ve sessiz görmeye katlanamaz. Savaş tanrısını yollar, o da Ölüm'ü kendisini yenenin elinden kurtarır.

Sisyphos'un ölmek üzereyken, önlemsizlik edip karısının aşkını denemek istediği de söylenir. Cesedini alanın ortasına atmasını ister. Sisyphos kendisini ruhlar ülkesinde bulur ve burada insan aşkına öylesine karşıt olan bu söz dinlemeye kızar, karısını cezalandırmak üzere yeryüzüne dönmek için Pluton'dan izin alır. Ama bu Dünya'nın yüzünü yeniden görünce, suyu ve güneşi, sıcak taşları ve denizi tadınca, ruhlar ülkesinin karanlığına dönmek istemez artık. Çağırmalar, öfkeler, gözdağları, hepsi boşa gider. Daha birçok yıllar, körfezin eğrisi, pırıl pırıl deniz ve yeryüzünün gülümsemeleri karşısında yaşar. Tanrıların bir karar vermesi gerekmektedir. Mercure gelip pervasızın yakasına yapışır, sevinçlerinden kopararak zorla ruhlar ülkesine götürür onu, burada kayası hazırdır.

Sisyphos'un absürt kahraman olduğu şimdiden anlaşılmıştır. Tutkularıyla olduğu kadar sıkıntısıyla da absürtdür. Tanrıları hor görmesi, ölüme kin duyması, yaşam tutkusu, tüm varlığı, hiçbir şeyi bitirmemeye yönelttiği bu anlatılmaz işkenceye mal olur. Yeryüzünün tutkuları için ödenmesi gereken pahadır bu. Ruhlar ülkesindeki Sisyphos konusunda hiçbir şey söylenmez bize. Söylenenler imge gücümüzle canlandırılmak için yaratılmıştır. Burada yalnız kocaman taşı kaldırmak, yuvarlamak, yüz kez yeniden başlanan bir yokuşu tırmanmasını söylemek için gerilmiş bedenin tüm çabası görülür; kırışmış yüz, taşa bastırılmış yanak, balçık kaplı kitleyi yüklenen bir omzun, onu indiren bir ayağın desteği, kollarla yeniden toparlama, toprağa batmış iki elin tümüyle insansı güveni görülür. Göksüz uzamla, derinlikten yoksun zamanla ölçülen bu uzun çabanın en sonunda, amaca ulaşılmıştır. Sisyphos o zaman taşın birkaç saniyede bu aşağı dünyaya inişine bakar, yeniden tepelere doğru çıkarmak gerekecektir onu. Gene ovaya iner.

Sisyphos bu dönüş, bu duruş sırasında ilgilendirir beni. Böylesine taşlarla didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! Bu adamın ağır ama eşit adımlarla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. Bu saat, bir soluk alışı andıran, tıpkı yıkımı gibi şaşmaz bir biçimde geri gelen bu saat, bilincin saatidir. Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş tanrıların inlerine doğru gömüldüğü saniyelerinin her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.

Bu söylen 'trajik'se, kahraman bilinçli olduğu içindir. Gerçekten de, her adımda başarma umuduyla desteklenseydi, neden kederli olacaktı? Bugünün işçisi yaşamının tüm günlerinde aynı işlerde çalışır, bu yazgı da absürtlükte bundan aşağı kalmaz. Ama ancak bilinçli olduğu ender anlarda 'trajik'tir. Sisyphos, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış Sisyphos, düşkün durumunun tüm enginliğini bilir: inişi sırasında bunu düşünür. Bunalımını oluşturan açık görüşlülük aynı zamanda yengisini de tüketir. Horgörünün aşamadığı yazgı yoktur.

Kimi günlerde dönüş böyle acı içinde geçiyorsa, sevinç içinde de geçebilir. Bu sözcük fazla değil. Gene Sisyphos'u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir: kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir. Bunlar da bizim Gethsemani gecelerimizdir. Ama ezici gerçekler tanındılar mı yok olurlar. Böylece Oidipus da ilkin yazgıya bilmeden boyun eğer. Bildiği andan sonra, trajedyası başlar. Ama aynı anda, kör ve umutsuz durumda, kendisini dünyaya bağlayan tek elin bir genç kızın eli olduğunu anlar. Ölçüsüz bir söz çınlar o zaman: 'Bunca acı deneyimime karşın, ilerlemiş yaşım ve ruh büyüklüğüm her şeyin iyi olduğu yargısına götürüyor beni.' Dostoyevski'nin Kirilov'u gibi Sofokles'in Oidipus'u da absürt yenginin formülünü verir böylece. İlkçağ bilgeliği çağdaş kahramanlıkla birleşir.

Bir mutluluk kitabı yazma isteğine kapılmadıkça, absürdü bulamaz insan. 'Daha neler! Böylesine dar yollardan mı..' Ama bir tek dünya var yalnızca. Mutluluk ve absürt aynı yeryüzünün iki oğlu. Birbirlerinden ayrılamazlar. Yanlışlık mutluluğun ille de absürdün bulunuşundan doğduğunu söylemek olur. 'Her şeyin iyi olduğu yargısına varıyorum,' der Oidipus, bu söz kutsaldır. İnsanın vahşi ve sinirli evreninde çınlar. Her şeyin tükenmediğini, tüketilmediğini öğretir. Bu dünyaya doyumsuzluğumuz ve yararsız acılardan hoşlanmamız yüzünden gelmiş bir tanrıyı kovar bu dünyadan. Yazgıyı bir insan işi yapar, insanlar arasında sonuçlandırılacak bir işe dönüştürür.

Sisyphos'un tüm sessiz sevinci buradadır: yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. Aynı biçimde, absürt insan da sıkıntısı üzerinde gözleme başladığı zaman, tüm putları susturur. Birdenbire sessizliğine bırakılmış evrende, yeryüzünün binlerce hafif, hayran sesi yükselir. Bilinçsiz ve gizli seslenişler, tüm yüzlerin çağrıları, bunlar işin kaçınılmaz ters yüzü ve yenginin pahasıdır. Gölgesiz güneş yoktur. Ve geceyi tanımak gerektir. Absürt insan evet der, çabası hiç dinmeyecektir artık. Kişisel bir yazgı varsa, üstün alınyazısı yoktur, hiç değilse tek bir alınyazısı vardır, onu da kaçınılmaz bulur ve küçümser. Gerisine gelince, günlerini istediği gibi geçireceğini bilir. İnsanın kendi yaşamına yöneldiği bu yüce anda, Sisyphos, kayasına dönerken, kendisince yaratılan, belleğinin bakışı altında birleşen, hemen sonra da ölümüyle kapanan yazgısı olan bu bağımsız eylemler dizisini seyreder. Böylece, insansal olan her şeyin tümüyle insan kaynaklı olduğunu gösterir, görmek isteyen ve karanlığın sonu olmadığını bilen kördür, hep yürümektedir. Kaya hala yuvarlanır durur.

Sisyphos'u dağın eteğinde bırakıyorum! Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Ama Sisyphos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. Bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir.

Albert Camus...

Share/Save/Bookmark

Yabancı...

Umut, bir yolun dönemecinde, var hızla koşarken, birden yetişen bir kurşunla yere serilivermekti...


Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme gerek kalmadan geçip gidiyordu. Düşüncemi sormadan kaderimi karar altına alıyorlardı. Arada bir, herkesin sözünü kesip 'Ama bu kadarı da olmaz yani! Sanık kim burada? Sanık olmak önemli bir şeydir. Benim de söyleyecek sözüm var!' demek geliyordu içimden. Ama şöyle bir düşünce, bakıyordum ki, söyleyecek bir şeyciğim de yoktu. Şunu da kabul etmeliyim ki, insanları oyalamaya karşı duyulan ilgi pek uzun ömürlü olmuyor...

Satır Arası Cümle ve Kesitler...

* İnsan yavaş gitse güneş çarpar, hızlı gitse kan ter içinde kalır, sonra kilisede soğuk alır, şifayı bulur..

* İnsan her zaman az buçuk suçludur...

* İnsan hayatını hiç değiştirmez ki. Zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır. Burada ki hayatımı da hiç beğenmiyor değilim...

* İnşallah bu gece köpekler havlamaz. Hep benimkiymiş gibi geliyor bana...

* Yemek saati dediğin insanın acıktığı saattir...

* Raymond, gözlerini ondan ayırmaksızın bana, 'Sereyim mi yere?'diye sordu. Hayır, dersem büsbütün körükleyeceğimi ve mutlaka tetiğe basacağını düşündüm. Ona sadece 'Daha adam sana bir şey söylemedi ki. Bu durumda ateş edersen hoş kaçmaz' dedim. Bu sıcak ve sessizlik ortasında, kulaklarımıza yine o hafif şu şırıltısıyla kamışın sesi geldi. Sonra, Raymond, 'Öyleyse herife küfrederim, karşılık verirse sererim leşini yere o zaman' dedi. 'Hah, işte öyle! Ama herif bıçağını çekmezse, sen de ateş edemezsin. ' dedim...

* İnsan ateş eder de, edemez de, bence ikisi de bir...

* Yaradılışım gereği, beden gereksinimlerimin çok zaman duygularımı altüst ettiğini söyledim...

* Söyleyecek pek bir şeyim yok da ondan konuşmam...

* 'Beş kurşunu birbiri ardınca mı attın?' diye sordu. Düşündüm, önce bir el, Birkaç saniye sonra da, dört el ateş ettiğimi söyledim. Bunun üzerine, 'Birinci ile ikinci arasında niye beklediniz?'diye sordu...

* Herhalde hiçbir şeyi gereğinden fazla büyütmemeli insan...

* İnsan eninde sonun da her şeye alışır...

* Bana kadınlardan söz açan o oldu önce. 'Ötekilerin sızlandıkları ilk şey budur.'dedi. 'Ben de onların durumundayım, bu işlemi de haksızca buluyorum' dedim. 'Ama' dedi, 'zaten sizi de bunun için hapse tıkıyorlar ya!' 'Nasıl? Bunun için mi?' 'Elbette, özgürlük dediğin budur işte! Özgürlükten yoksun bırakıyorlar.' Bense bunu hiç düşünmemiştim. Ona hak verdim. 'Doğru, yoksa ceza nerde kalırdı' dedim. 'Evet, siz durumu anlıyorsunuz, ama ötekiler anlamıyorlar. Ama, eninde sonunda onlarda kendilerini avutmanın yolunu buluyorlar.' dedi, sonra çekip gitti...

* Üzüntüm, görmeme engel oldu...

* Her şey doğru, ama hiçbir şey doğru değil!..

* Bence bu görünmez kazadır. Herkes bilir bunun ne olduğunu. İnsanı kıskıvrak bağlayıverir, savunmasız bırakır. Bana kalırsa kazadır bu...

* Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek...

* Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme gerek kalmadan geçip gidiyordu. Düşüncemi sormadan kaderimi karar altına alıyorlardı. Arada bir, herkesin sözünü kesip 'Ama bu kadarı da olmaz yani! Sanık kim burada? Sanık olmak önemli bir şeydir. Benim de söyleyecek sözüm var!' demek geliyordu içimden. Ama şöyle bir düşünce, bakıyordum ki, söyleyecek bir şeyciğim de yoktu. Şunu da kabul etmeliyim ki, insanları oyalamaya karşı duyulan ilgi pek uzun ömürlü olmuyor...

* Bana zeki dediklerini duyuyordum. Yalnız şunu anlamıyordum: Herhangi bir kimsedeki erdemler, nasıl olurdu da bir suçlu aleyhine ezici bir kanıt olabiliyordu...

* Birincisi ikincisinin hareketlerini hazırlar, onları sanki önceden haber verir ve haklı çıkarmaya çalışırmış...

* Beni konudan uzak tutmak, hiçe saymak, bir bakıma da benim yerimi almak demekti...

* Umut, bir yolun dönemecinde, var hızla koşarken, birden yetişen bir kurşunla yere serilivermekti...

* Hiçbir şey ölüm cezası kadar önemli değildi ve bir bakıma da, bir insan için bundan daha ilginç bir şey olamazdı...

* İnsan bilmediği şeyler üzerine hep olmadık düşüncelere varır... Oysa ben her şeyin basit olduğunu kabul etmek zorundayım, çünkü, makinenin yüksekliği, ona doğru, sanki bir tanığı karşılamaya gider gibi ilerlerdi. Bir bakıma bu da can sıkıcı bir şeydi. İdam tahtasına çıkış, gökyüzüne doğru yükseliş yok mu, işte insanın kafası bunlara takılabilirdi. Oysa, burada da, makine her şeyi eziyordu. İnsan azıcık utanç ve büyük bir kesinlikle sanki gizlice öldürüyordu...

* İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olmaz...

* Hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü her ikisi de pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl.

* Değil mi ki insan ölecekti, öyleyse bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi...

* Ben öldükten sonra insanların beni unutacaklarını nasıl çok iyi anlıyorsam, bunu da kendim için öyle doğal buluyordum. Ölümden sonra insanların artık benimle hiçbir alışverişi kalmıyordu. Hatta bunu düşünmenin bile acı olduğunu söyleyemezdim. Aslında, insanın eninde sonunda alışmayacağı hiçbir düşünce yoktur...

* Yok olmaktansa, yanmanın daha iyi olduğunu söyledim...

* İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede kendimi ilk kez olarak, dünyanın kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş, böylesine kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim, hatta hala da mutluyum…

Albert Camus...





Share/Save/Bookmark

Cinayet Gecesi...

Kabukta ince noktalar ve küçük çatlaklar... Yeterince yakından bakarsan sende her şeyin eninde sonunda kırılacağı zayıf bir nokta bulursun...




Yönetmen : Gregory Hoblit
Senaryo : Glenn Gers, Daniel Pyne
Oyuncular : Anthony Hopkins, Ryan Gosling, David Strathairn, Rosamund Pike, Embeth Davidtz
Filmin Türü : Gerilim, Polisiye
Orijinal Adı : Fracture
Yapımcı Firma : 0
Yapım Yılı : 2007
Yapım Ülkesi : ABD
Orijinal Dili : İngilizce
Filmin Süresi : 0 dakika
Resmi Sitesi : http://www.fracturemovie.com/
Dağıtıcı Firma : 35 Milim Filmcilik
Vizyon Tarihi : 18.05.2007

Ted Crawford, karısının kendisini aldaması nedeni ile onu öldürür ve cinayeti işler işlemez polisleri çağırır. Olay yerine gelen polis ekibinden bir memur olan Rob Nunally, Ted'i ve ölü eşini görünce büyük bir şoka girer. Çünkü ölü olarak yatan kadın sevgilisidir.

Crawford'un avukatı olarak atanan Willy, başarılı bir kariyerin henüz başındadır. İlk başlarda son derece basit ve net görünen bu dava, cinayet silahının Ted'in silahı olmadığının anlaşılması ile büyük bir çıkmaza girer. Gerçek sanılan pek çok şeyin görünenin ötesinde bir gizemi olduğu ortaya çıktıkça olay, içinden çıkılması gittikçe zor bir labirente dönüşecektir.

********************************************************************************************************************************** Bildiğimiz klasik polis, dedektif, katil üçlemesinden farkı bu sefer, katilin başından belli olması ve kaçmaması... Zekice kurgusu sayesinde, yasalar ve avukatla küçük bir oyunun içerisinde... Ve elbette filmi bakmadan neticeyi bulabilmek de zor olmasa gerek... En azından bu tür filmlere aşina olanlar için... (Daha yakayı ele vermeyen bi katil görmedim... Er ya da geç : ) Bu süreçte filmin uzunluğunu ya da kısalığını belirliyor... ) Başından
her kabuğun kırılma noktası vardır diyerek, noktayı koyuyor aslında...

Filmi sevmeme sebep olanda, filmde yakaladığım repliklerdir... Gelelim repliklere : )

Replikler :

* - Benden çok daha akıllı olduğunu düşünüyorsun... Bu sana kendini güçlü hissettirmeli...
- Aslında aciz...

* Bilgi acıdır. Buna alışkınım... Acıya karşı küçük zevkler de almıyor değilim herhalde...

* Dışarda bir sürü vampir var...

* Her ortağın bir kıdemli ortaklar ekibi, her kıdemli ortağın da ast ortaklar ekibi vardır...

* Komadaki insanlarla konuşmak gerektiğini duymuştum. En sevdikleri müziği çalmak onlara ulaşmayı sağlayabilirmiş...

* Kabukta ince noktalar ve küçük çatlaklar... Yeterince yakından bakarsan sende her şeyin eninde sonunda kırılacağı zayıf bir nokta bulursun...

* Dışarda mı kalmalıyım, yoksa içeri girmeli miyim
Ne kadar kaybedebilirsin, ne kadar kazanabilirsin
Eğer içeri girersen sağa mı dönmelisin, yoksa sola mı
Yoksa sağa üç adım mı, belki de tamamen değil
Kafan o kadar karışabilir ki yarışmaya katılabilirsin
Son surat virajlı yollarda korkmadan ilerlerken
Tuhaf vahşi yerlerde kilometrelerce dönerken
Korkarım en işe yaramaz yere doru gidiyordum
Bekleme yerine, sadece bekleyen insanlar için
Bir trenin gitmesini, veya bir otobüsün gelmesini
Veya bir uçağın gitmesini, ya da bir mektubun gelmesini
Veya yağmurun dinmesine ya da telefonun çalmasını
Ya da kar yağmasına
Ya da bir evet ya da hayırı
Ya da bir dizi inciyi
Ya da bir çift ayakkabıyı
Veya kıvırcık bir peruğu
Yeni bir şansı bekleyenler

* - Az önce hareket etti gözlerini açmak istiyormuş gibi göz kapaklarını kıpırdattı...
- Evet bu durumla bazen karşılaşırız hepsi kıpırdar sarsılır ses çıkarır der rüya gördüklerini sanırsınız ama görmezler sadece sistemden geriye kalandır... Normal refleks aşağıya doğrudur, yukarıya doğru ise beyin travmasıdır... Kendine gelse bile bırakın onu kimin vurduğunu konuşmayı bile hatırlayamayabilir...

* Bozuk bir saat bile günde iki defa doğruyu gösterir...

* Birinin gözlerinin içine bakarak ateş edebilmek için özel biri olmak gerekir... Özel bir güç gerektirir bilmem anlatabildim mi?...

* Bazen hayat bize beklediğimizden fazlasını veriyor...

* Kurban mezarından sesleniyor...

Not : Net üzerinden şiire baktım ama kimin olduğunu bulamadım...

Share/Save/Bookmark

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı...

İnsanı insana oyuncak olsun diye yaratmamış Tanrı...


* Vakit bol bundan sonra. Vakit çok. Ölmek için de, bir şeyler yapmak için de, vakit bol, çok, çok bol. Bolluğun değeri, anlamı olmayacak ölçüde bol. Ne yapmalı bu vakti? Bir şeyler yapmalı, bir şeyler kurmalı. Ama kurmak... Kurmak için, kurmak gücünü bulmak için...

* Oysa bir şeyler kurmak için inanmalı insan. Her şeyden önce, inanmalı...

* İnmek için önce çıkmak gerek...

* Sesi kulaklarına ulaşıyor. Titrek, ürkek... Ürkek daha; ama sesini işitmeğe alışması gerek; sesini, kendi kendine de olsa, işittirmeğe alışması gerek.

* Keşişler içinde efsaneleşenleri vardı. İnançlarıyla dağı taşı, kurdu kuşu, şeytanı dize getirenlerin efsaneleriydi bunlar. Korkanı olmasa, yalnızlıktan başı dönüp birtakım düşleri gerçek gibi görenleri olmasa, kendi sesini, gölgesini, başkasının, maddesiz varlıkların belirtisi diye kabul etmeğe hazır bulunanı olmasa, bu keşişlerin dağ başında, çöl ortasında şeytanı bu kadar çok gördükleri, şeytanla bu kadar çetin didişmelere düştükleri üzerine bu kadar masal, bu kadar efsane niye anlatılsındı?

* Kalabalığın, insanların birbirlerinin ayağına basmadan yürüyemedikleri kentlerin, şehirlerin ortasında görünmeyen şeytan, niye bunları bu kadar tedirgin etsindi?

* Matematikçilerin sıfır dedikleri şeyi düşünüyor. Onların sıfırı, o güne değin kendisinin yokluğu düşünmek için kullandığı terimlerden –ansızın– apayrı görünüyor gözüne. Kaos'a ancak Tanrı düzen getirmişti. Ama sıfırın üstüne insanlar biri, ikiyi çıkabiliyorlardı. Bu orman sıfırdı şimdi. Biri, ikiyi, üçü çıkmak, sıfırdan hareket ederek... Bu da yepyeni bir düşünce: Sıfırdan hareket etmek... Sıfırdan hareket ederek, kolu gücünce, kafası, insanlığı gücünce, bir şeyler dizmek art arda, bir şey yapmak...

* Yemek yiye yiye dağa tırmanmak, kişinin soluğunu kesmekten başka işe yaramaz.

* Oysa ölüm yararsız bir şey, boş bir şey. Ağzındaki lokmayı unutuyor Andronikos. Ölüm, kaçınılması gereken bir şey. Ölçü, herhangi bir nedenden ötürü, insanın içinde şaştığı zaman, yapılacak bir şey yoktur. Tanrı işlettiğini durdurmuş oluyor. Ama dışarıdan uzanan bir el, insanın içine girer, ölçüyü şaşırtmak isterse, insanın yapacağı tek bir şey vardır. O eli tutmak, o bileği bütün gücünü kullanarak bükmeğe çalışmak, gerekirse, kesmek. Ya da... İnsanın içine hiçbir elin uzanmağa hakkı yok, olmamalı.

* İnsanı insana oyuncak olsun diye yaratmamış Tanrı. Evet, ama ya şeytanın içimize saldığı gururla öyle düşünmek hoşumuza gidiyorsa...

* Değişiklik insanın yüzünde bile belli olurdu...

* Yeni inancı, değişikliği kabul ederse, ömründe bir kez daha, söylenen, istenen, uyulması buyurulan, kendisini herkesle birleştiren, herkese bağlayan şeyi yapmış olacaktı. Olacaktı ama bugüne dek inanarak yaptığı şeyi tamamıyla aykırı bir davranışa da zorlayacaktı kendini. Zorlayacaktı. Demek, eskiye bağlıydı. Demek eski inancın dışına çıkmak onun için kolay olmayacaktı.

* Anlamaktan sonra gelen bir hal vardı. Kavramak. Anladığının bütün ağırlığını beyninde duymak, ellerinde, kollarında, damarlarında duymak...

* Kaçmak. Gitmek. Kendini de, başkalarını da aldatmayacağı, aldatmak zorunda kalmayacağı bir yere kaçmak, bir yere gitmek...

* Korkum, benden yana benim parçam, belki en önemli parçam...

* Sürüven ardında koşmak için insan yürekli olmalı, yiğit olmalı, alışkanlıklarından her an kopabilmeli, daha doğrusu alışkı edinmekten kaçınan bir kişi olmalı...

* Ölüme karşı çarpışmak gerek. Ölüm, ancak gelip tepene dikildiği, seni gözünün yaşına bakmadan yanına alıp götürdüğü anda, onu kabul etmelisin...

* Kendini duymak, gücünü sınamak, istediğini yapmaya gücü yetebileceğini anlamak için güç yoldan gitmek, iyidir, gereklidir. İnsanın gerçekleşmesini istediği bir işe önce kendi benliğinin koşması, işe önce kendinden başlaması gerekir...

* Şehir buğu içinde ama şimdilik alev görünmüyor. Yalnız, batmağa başlayan güneş, birazdan şehri kızılımsı, bakırımsı, altınımsı bir ışığa boğacak. O zaman, ateş olsa da görünmez. Buğunun içinde kara dumanlar da görünmüyor. Yakılacak şeyler bitmiş olamaz. Yangınlar durdurulamaz. Yanacak şeylerin bitmesinden başka yolu yoktur yangınları durdurmanın. Yoksa, yakılması kararlaştırılan şeyler, parça parça, nöbet nöbet mi yakılacak?..

* İnsan yorulunca küçüklüğünü daha iyi, daha çok duyduğu için mi kendini büyütmeğe, büyüklük düşünceleriyle kendini bile aldatmağa kalkıyor?..

* Sevginin, kurmanın, yapmanın, sözü değil, kendi gerek; yaşanması gerek bunların...

* Sırtını bir daha, bu akşam da çevirecek ırmağa, suların uğultulu akışını arkasına alacak, doğmadığı, büyümediği bu şehirdeki, ama öleceği, toprağına gömüleceği muhakkak olan bu şehirdeki kalesinin, sarayının, tapınağının, tek,biricik evinin, ocağının sağından yürüyecek, yolun çatallandığı yerde sağdaki patikaya dalacak. Bir daha dalacak. Yürümeyecek, ayaklarını değneğinin arkasında sürükleyecek, her akşamki gibi, bir yakarı bilinçliği içinde, çukur alana inmiyorum, tepeye doğru çıkıyorum diyecek içinden, ağır ağır ilerleyecek, güneşle yarışır gibi, bu yarışı her gün biraz daha erken başlatmak zorunluluğunun farkına vararak, adımlarını boş yere sıklaştırmağa, hızlandırmağa uğraşarak, bunun boşluğunu bile bile, gönlünde duya duya, Aventinus’un eteğine tırmanacak...

* Ürperdiği su götürmez. Ama havanın soğukluğundan değil ürperişleri, ürpertisi. Toprağın soğuğu bu, diyor kendi kendine. Toprağın, içinde her geçen günle artan toprağın, ölümün payının estirdiği soğuk...

* Olgunlaşan. Yemişler düşünüyor şimdi, olgunlaşan, derileri incelen, çatlayan, içlerindeki yumuşaklığı, tatlılığı, artık kapalı, örtülü tutamazmış gibi çatlayan yemişler... Bu deri çatlaklarının kıyıları, kenarları, çabuk kararır. Birkaç gün, birkaç saat ötesi, ölümün bu başlangıcını çürük diye, küf diye, kararma diye ilerletir. Gül yapraklarını koruyan şey, onları güllüğün, yapraklığın, tatlılığın ötesine götüren şey, o koyu şerbetin içinde yarı yarıya erimeleri değil mi?..

* Yaşamayı eskitmekten
Eskitmek için kullanmak gerektir bir şeyi, herhangi bir şeyi
Yaşamayı tüketmekten
Bu da öyle, tüketmek için başlamak gerekir
Yaşama sanki hiç gelmeyecek, erişmeyecek bir bayram gibi,
Bir
Belki, belki bu yoldan giderek
Bir bayram nasıl beklenirse
Belki bu yoldan giderek bir şeye varacak
Bir bayrama nasıl hazırlık yapılırsa,
nasıl, yaşamanın bütün kaygıları, işleri, oruçları bayrama yönelirse, o kaygılar, o işler, o oruçlar nasıl o bayramda gerekliklerinin doğrulanışını bulursa
Ama bayram gelirse
Burada duruyor. Bayram gelirse...
Ama bütün bir ömür bayram hazırlığıyla geçer de o bayram gelmezse...
Bayramın geldiğini kaç kez düşündü hayatı boyunca, kaç kez “işte geldi artık” dedi, kaç kez artık gelen bu bayramla
Bugün, bu bayramı gelmiş sayacak mı ki?
Oysa bir imgenin
Ama imge dediği anda, aklına imgeyi getirdiği anda, bir sözle biçimleştiriyor bu kavramı. Bu söz bütün ömrüne, yaşamasını başarmış olsa da olmasa da, bütün ömrüne yön vermiş, bir ömrünü yönetmiş bir söz değil mi?
Ne yapmışsa o söz yüzünden yapmış değil mi? Hiç değilse, öyle görünmüyor mu? O sözü de bir yana bırakabilmeli. Artık o sözün burada yalnız bir anlamı var, o anlamın ötesinde bir değer taşımıyor. Yaşamasını yönettiği zaman taşıdığı değere yer yok buralarda. Hele bu anda. Her sözün her yerde, her çağda, bir başka gerçekliği, bir başka geçerliği
Oysa bir imgenin, bir resmin, yan yana gelen iki rengin, bir rengin çeşitli ayrıntılarının üzerinde durmak, düşünceyi sayıklatıyor. Asıl bundan kaçınması gerekmiyor mu?..

* Oysa şimdi, değneğine tutuna tutuna her doğruluşunda, her içten gelen ürperişte, dışarıdan ensesine yapışan buzlu yelin her pençe atışında biraz daha ufalarak, boynunu biraz daha kısarak, bakıyor karşıya...

* Bir zamanlar ağzına dek dolu, ama ne ile dolu olduğunu bilinmeyen süslü bir kutunun günün birinde boşalmış olduğunun ansızın farkına varıldığında, içeriğinin bilinmediğini, hala bilinmediğini, boşalışının fark edilmediğini anlamak gibi bir şeydi bu; artık kutunun alışılmış süsleri, bezekleri vardı yalnız, insanı yalnız bunlar ilgilendiriyordu; insanın gözü, elleri gönlü bunlardan başka bir şey aramıyor, alışkanlığın sivrilttiği belirli noktalarla yetiniyordu...

* Sözler, anlamları kolay kolay ölmüyor...

* Ürperişin içinde sazlığı, bataklığı yiyen gölgeyi görüyor. Ölü bataklığının, ölü sazlığın günle ölmesini, güne yenilmesini. Karanlık, ölüleri yemekle başlar işe...

* Yanlışlar alışkanlık, alışkanlıklar yanlış olunca daha mı kolay yaşanır sanki yanlışlığın alışkısını bile bile...

* Bütün tümceler belki burada biter, burada bitmeli. Gölge karşısını da köklerden yapraklara, temellerden uçlara doğru kemirmeğe, yemeğe başladıktan sonra, fıstıkların şemsiyeleri de bu kararan kabarık suyun yüzünde yüzmeğe başladıktan sonra burada durulmaz...

* Irmağın sezildiği yerde artık karanlık birikmiş; yüzünü çarpan yel yumuşaklığını yitirmiş; batan gün artık yalnız gökyüzünde iz bırakıyor...

* Tanrı adına da olsa insanlar, adaleti kendi ölçüleri içinde dağıtıyorlar...

* Paylaşılan cezaların ağırlığı iki kat olurmuş...

* Duvarın ötesine geçemedikten sonra bir ömür boyu onu süslemişti, neye yarar?..

* Yükünü anlamaktan çok yadsımağa yatkındır insan...

* Parça parça anılar. Korkusundan, o tek bir kez yan yana gelebilecek iki taşı bile yan yana koyamadan ölen...

* Açlığın insanı öldürmesi o kadar kolay değildir...

* Hangi düşünce yalnız bizimdir? Bir şeyi bir başkası bizden önce söylediği zaman, onun başka birinden yararlanmadığı söylenebilir mi?..

* Baş kaldırmak içinse, bir şeyi benimsemek, ciddiye almak, ona bağlanmak, o bağlılığın yükünü duymak gerekmez mi?..

* Mızıkçılık kabul etmeyecek bir düzendi yalan...

* Bundan böyle güneş, sağında doğabilecek
Ama dönmeyecek yurduna
Önünde doğacak
Bir daha tepeye çıkarsa.
Ama çıkmaz gibi geliyor ona.
Bundan böyle iniş yolu başlıyor. Küçük alışkanlıklarının içinde ineceği yol...
Bu alışkanlıklarından artık kurtulmaya çalışmayacağı, her türlü çarpışmanın, direnmenin artık anlamını yitirdiği, ölüme doğru dümdüz inen yol. Batının yolu.
Üç kol denizin en darına, yıkık duvarların içinden, geriye doğru, yağmur sularının bulandırdığı, sepetleri, köpek leşlerini sürükleyen ırmağa doğru yol. Büyük lağımın ağzından biraz ötede belki, duracak olan yol...
Kahramanlığın kırıntısını taşımayacak bir yenikliğin utkusu bu...

Bilge Karasu...

Share/Save/Bookmark

Ada...

Başını çevirdiğinde karşısındaki karanlık artmağa başlıyor. Andronikos neden sonra anlıyor karanlığın niye arttığını. Adaya çok yaklaşmıştır artık. Kayalık tepenin karanlık kütlesi arkasında gökyüzü belli belirsiz aydınlanıyor. Yorgun kolları artık düşüncesiz, istemsiz, katılaşmışlığın duyusuz kolaylığı içinde kürekleri kaldırıp indirmeğe devam ediyor. Kulakları işitmiyor artık. Kürekler suya girip çıkıyor, sular sabahın dinginliği içinde sandalın iki yanında yırtılıyor, yamanıyor.

Başını çevirdiğinde ada hızla büyüyor şimdi karşısında. Işıma arttıkça da küçülüyor gibi. Işık artık denizin yüzünü yalamağa başlayacak neredeyse. İnce bir yel ürpertiyor şimdi Andronikos'u; adadan getirdiği bir çam uğultusu ile, bir çam kokusu ile ürpertiyor onu. Ne zamandır böyle bir koku gelmemişti burnuna. Günlük kokusundan, bu gecenin balık, yosun, tuz kokusundan ayrı, yeni. Andronikos'un böyle yeniliklerle oyalanacak vakti yok oysa... Canı oyalanmak istiyor. Ama vakti yok. Olmamalı. Niye olmamalıymış sanki? Andronikos'un ağzı biraz çarpılıyor. Manastırda, başkentte, Bizans'ta, insanlar arasında, bu çarpılma bir çeşit gülümseme sayılırdı; bir zamanlar... İnsanlar arasında yaşadığı zamanlar; düne değin... Düne değin; insanlar arasında yaşadığına inandığı, yaşadığına kendini inandırdığı, inandırmağa çalışarak aldattığını anladığı güne, düne değin. Dün değil, önceki gün. Sabah oluyor şimdi, dün de bir günlük geride.
Vakit bol bundan sonra. Vakit çok. Ölmek için de, bir şeyler yapmak için de, vakit bol, çok, çok bol. Bolluğun değeri, anlamı olmayacak ölçüde bol. Ne yapmalı bu vakti? Bir şeyler yapmalı, bir şeyler kurmalı. Ama kurmak... Kurmak için, kurmak gücünü bulmak için...

Andronikos gülüyor. Hâlâ kaptırabiliyor kendini bu gibi saçmalara, saçma düşünce zincirlerine... Kendini aldatmaktan başka işe yaramayan bu kısır...
Kısır bile değil. Kısırlığı baştan kabul etmiş. Bu çeşit döngülere kısır bile dememeli. Kısırlığı baştan kabul ettiğini unutmamalı. Sevgi sözünü bol bol kullanabilmek, başı dönesiye, esriyesiye, karşısındakileri inandırasıya, karşısındakileri kusturasıya sevgi sözü ile oynayabilmek için sevginin bütün evreni ayakta tuttuğuna başta kendini inandırabilmek için, kısırlığı baştan kabul ettiğini unutmamalı...

Avuçları daha çok kanamasın diye kürekleri, yola çıktığından bu yana kaçıncı kez –ne olacak, kaçıncı kez diye saymak, kaçıncı kez diye düşünmek neye yarar, ne çıkar böyle sayımlardan, bu da artık önemsiz; hiç değilse sayı saymasını unutmalı bir zaman– bırakıyor elinden. Ellerini suya batırıyor. Avuçları, sanki başkasının avuçları, kendinin değil; sızlıyor. Cızırdıyor gibi, kızgın yağ dolu bir tavaya su sıçramışçasına cızırdar gibi...

Bu da bitecek zaten. Artık kürek kullanmak da yok. Taş taşımak var belki birkaç günlüğüne yahut saatliğine. Onu da bilmiyor.

Oysa bir şeyler kurmak için inanmalı insan. Her şeyden önce, inanmalı...
Döngünün kısırlığına, kısır bile sayılamayacak boşluğuna saplanıyor gene. Saplansın. Ne çıkar. Saplanıp saplanmamanın değeri kalmadı artık. Son iki günün bunluğuna yeniden girse, bu batakta batsa bile, bu düşünceyi durduramaz ki... Kısır da olsa.

Otuz üç yıllık bir ömrün sonunda, dünyayı değiştirdiğinin farkına bile varmadan Filistin'in bir dağında çarmıha gerili ölen o köylü ile aynı yaşta Andronikos...
Ama onu aklına hiç getirmemeli şimdi. Birçok şey onun yüzünden olmuş gibi, oluyor gibi. Oysa kendini aldatmak boş bundan böyle. Olanlar onun yüzünden değil, onun yoluna bağlanmış görünen, bağlandığına inanan insanların kendi aralarında çekişmeleri yüzünden oluyor.

Sanki başkalarını suçlu bulmak... Neye yarar başkalarını suçlu bulmak? Hele bugün...

Kendi kısırlığına dönüyor.

Güneş yalıyor şimdi suları. Güneşle birlikte ince bir yel. Suların dibi görünmeğe başlıyor. Derin, cam gibi, taze yemiş gibi, buz gibi bir yeşil. Andronikos yorgun. Bakmıyor bile arkasına artık. Adanın yaklaştığını, büyüdüğünü, yükselen ışıkta basıklaştığını görmeyecek. Biliyor öyle olduğunu. Bakmak istemiyor. Havanın biraz ısınmasıyla birlikte ürpermeğe, üşümeğe başlıyor. Gecenin soğuğu kırıldıkça üşüyor. İyi öyle olması. Bu gibi şeyler, küçük küçük gerçeklikler, insanı oyalar. Andronikos daha uyuyamaz, uyumamalı.

Sular kararıyor ansızın. Yeşil, karalarla, sarılarla kararıyor. Kürekler siya. Andronikos denizci değil. Andronikos kürek çekmesini bu gece öğrendi dense yeri. Ama sular kararınca siya yapmak, yapılacak tek şey. Öteden beri bilinen, tekliğinde başka şey düşündürmeyen iş...

Çiçek çiçek, ağaç ağaç yosunlar, sarılarla karalar, su yüzüne yaklaşıyor. Kayalar da. Artık arkasına bakmalı, sandalı nereye yanaştıracağını kestirmeli.

Sandalı çevirmeğe başlıyor. Ağır ağır. Kayalara oturmadan yapmalı bunu. Adanın doğu kıyısı nasıl, bilmiyor, ama bu kıyısı, batı kıyısı, çok kayalık. Önemi olan tek şey, buraya varması. Kayalık olsun olmasın. Sular hafif hafif kabarmağa başlıyor. Kayalardan birine sürüklenmeden, oturmadan, yanaştırmalı sandalını. Ayağa kalkıyor. Sandal yalpa vuruyor. Çakıllı koya doğru, kayalar arasından, suyun yüzündeki kayalarla içindeki kayalar arasından, bir yol gider gibi. Oradan gitmeğe çalışacak.

Sular gene aydınlandı şimdi. İri iri çakıllar hızla yükseliyor suyun yüzüne doğru. Hafif bir hışırtı geliyor sandalın altından. Sonra çok daha kuvvetli bir hışırtı. Gıcırtı gibi... Andronikos ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilmiyor artık.
Kürek mi çekmeli, suya mı girmeli. Suya girmek daha kolay olacak. Sandal sapasağlam kalmalı.

Eteklerini kaldırıp suya sokuyor bir ayağını. Su soğuk. Gülüyor, bırakıyor eteklerini suya. Sandalı çok yatırmadan öteki ayağını da aşırıyor bordadan. Sonra atlıyor suya. Sandığından, göründüğünden derin burası. Çakıllar kaygan. Kayaların, çakılların düzüne basa basa ilerlemeğe çalışarak sandalı ardından çekiyor. Sular şimdi daha sıcak. Bacakları alıştı suya. Etekleri önce karnına sonra da dizine yapışmıştı. Şimdi bacaklarının altına yapışıyor.

Sudan çıkıyor artık. Sandalın altındaki hışırtıların tınısı değişiyor. Andronikos'un ayakları, can acıtan kuru çakıllar üzerinde şimdi. Çakıllar iri; iri, yuvarlak ayrıtlı ama yürümek kolay değil üzerlerinde... Andronikos sandalı çekiyor. Daha, biraz daha, daha daha. Dalga gelebilir, biraz daha. Kayaya çarpabilir, biraz daha... En iyisi çakıllığın en üst kenarına çıkarmak olacak. Çekiyor. İtiyor. Sandala bir şey olmamıştır herhalde. Azığını alıyor içinden; ayakkabılarını, ipini, bıçağını, iki gün önce çarşıdan aldığı çekicini, keskisini, baltasını. Peynir tulumunu, un torbasını, balını.

Çakılların üzerinde bir yığın şey oldu bunlar. Bakıyor. Gülüyor gene. Su bulacak mı ki? Bulmalı. Kürekleri topluyor. Burada artık sandala bir şeycikler olmaz. Yağmur yağsa, kayaların meydana getirdiği sundurma onu korur. Tepeden inecek sular, kenarlardan akar, belli. Çakıllar su tehlikesini, dalgayı önler. Korsanlık etmeğe kalkanlar, kalkacaklar... Onlara karşı Andronikos'un zaten elinden bir şey gelemez. Bu sandalı burada bırakmalı. Bu iş de burada bitmeli.

Çakıllığın üzerine yığdıklarını yeniden çuvalına dolduruyor. Ayakkabılarını geçiriyor ayağına, iplerini bileklerine dolayıp bağlıyor. Azık kalsın. Çuvalı daha sonra çıkaracak yukarıya. Önce yol, iz, yer, su bulmalı.

Çuvalı sandalın altına saklıyor. Ne olur ne olmaz. Yalnız bıçağı, ipi yanına almalı. Onlar gerekebilir. Çuvalı bir daha açıyor, ipi ile bıçağını alıp ağzını yeniden dürüyor, sandalın altına itiyor. Bıçağının halkası var. İpe geçiriyor. İpi beline doluyor. Elleri özgür. Ne zamandır elleri böylesine özgür değildi, olmamıştı...
Ya haç vardı, ya resimler; ya buhurluk ya da körlerin, topalların, çocukların elleri, ağızları, dudakları; mumlar ya da inciller, tespihler. Kürekler; uykusuz, duraksız kürekler.

Silkiniyor. Uyuklamanın sırası değil daha. Çevresine bakıyor. Kayalar dik. Tırmanamaz. Tırmanmak şart. Yol açmak şart. Kıyıda kalamaz. Tepeye çıkmalı. Tepeye muhakkak çıkmalı. Ne yapıp edip...

Tepenin üstünde gök iyice aydınlık. Sağına doğru yürüyor. Solda, sandalın üstündeki kayalıklı sundurmada umut yok. Solda, o sundurmanın üstüne tırmansa bile, ötesine tırmanmakta yararlanabileceği tek bir çıkıntı bile görmüyor. Sağda... Belki...

Çakıllığın sonuna geliyor. Yar, bir yay gibi sarıyor çakıllığı. Çakılların yeniden suya girdiği bir yerde...

Çakıllık, bir su şeridinin ötesinde devam ediyor. Su şeridinin iki yanını irice iki kaya sınırlıyor; su, arada, denizin her kabarışıyla, bir deliğe doğru atılıyor, çekiliyor sonra. Andronikos dikkat ediyor, deliğin yarısı suyun içinde, yarısı üstünde. Kayaya çıkıp ayakkabısını çözüyor, öte yandaki suya atıyor kendini. Tabanları ateşe değmiş gibi sızlıyor. Sular ince ince kanlanıyor ayağını kaldırınca. Budalalıktı bu yaptığı. Çakılların üzerini örten keskin kireç parçalarını, kavkıları daha önce farketmesi gerekirdi. Şimdi daha dikkatli ama iş işten geçti. Tabanları kıyıldıktan sonra... Tuzlu su iyi gelir kesiklere. Suyun içinde dikkatle ilerliyor. Kayaların üstü daralıyor. İpini, kuşağını çözmeli, urubasını sıyırmalı, bu suya çırılçıplak girmeli. İyi. Yıkanır da... Urubanın üstüne bir taş yerleştiriyor. Kayanın üzerinde, bir yana uçmadan, kurur da...

Suyun içinde emeklemeli, dizlerine, avuçlarına, karnına dikkat etmeli. Deliğin önüne geliyor artık. Burada karar vermeli. Deliğe girmeğe çalışacak.

Kulak veriyor. Uzaktan, suyun her kabarışının, deliğe hızla girişinin ardından bir uğultu işitiliyor. Bu delik, bir mağaraya açılıyor muhakkak. Denemeli bu yolu. Çocukluğunda, manastıra girmeden önceki yıllarda, surun önüne çıkıp mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte denize girerken, yüzmesini iyi öğrenmişti. İyi biliyordu yüzmesini, dalmasını o zamanlar. Şimdi, yıllardır yapmadığı bir şey yapmalıydı. Yapacaktı da.
Derin bir soluk alıyor, sonra deliğe doğru atıyor kendini. Yosunlar karnına, apışlarına sürünüyor. Kavkı yok buralarda. Delik daralıyor biraz. Kollarını uzatıp girmeğe çalışmalı. Artık yapamaz bunu. Boğulmamalı daha. Geriye doğru. Geriye doğru. Hızlı. Daha hızlı... Ortalık aydınlandı. Açığa çıkmış demek. Başını sudan çıkarıyor. Gözleri kararıyor biraz. Yeniden derin bir soluk. Bir dalış daha. Bu kez kollarını iyice öne doğru uzatıyor. Dar boğazda elleriyle çekiyor taşları kendine doğru. Gövdesi ilerliyor. Burada keskin bir şey varsa, bir daha su yüzüne çıkamaz. Ama yok. Elleri suyun dışına çıktı. Şimdi başı suyun üstünde. Çekiyor kendini ileriye. Kocaman bir mağaranın içinde.

Camgöbeği bir ışığa boğulmuş her yer. Yol, mağaranın ortasındaki havuza açılıyor. Havuz yeşil mavi bir suyla dolu. Dibi yumuşacık, apak, kaygan bir taşla sıvalı gibi.

Andronikos havuzun kıyısına oturup bakınıyor. Burada bir zaman yaşanabilir. Ama girişin çıkışın güçlüğü anlamsız kılıyor burada kalmağı. Kimseden kaçmıyor, kimseden korkusu yok. Ne diye kalacak burada?

Su daha sıcaktı. Üşümeğe başlıyor Andronikos. Daha uyumadı ki. Uyuyamaz da daha. Işığın nereden geldiğini kestiremiyor. Delikten içeriye bir aydınlık süzülüyor gerçi. Orası muhakkak. Ama, boğar gibi, insanın gözünü alan bu camgöbeği ışık başka yerden gelse gerek. Mağaranın her köşesini dolaşmalı. Belki başka bir açıklık yer var. Başka bir ağız, başka bir koy, başka bir...

Suya giriyor yeniden. Soluk alıp dalıyor. Kollar bu kez daha kolay kurtuluyor. Gene emekliyor şimdi suyun içinde. Çıkıyor. Güneş yükselmiş. Ortalık ısınmış. Andronikos çıplak bedeninden elleriyle sıyırıyor suları. Urubasını alıyor kayanın üzerinden. Kurumuş. İyi. Çok iyi. Bir dinçlik gelmiş üzerine. Her sabah inmeli, denize girmeliyim diye geçiriyor aklından. Sonra dürtüyor kendi kendini. İnmek için önce çıkmak gerek...

Çakıllığın bu ucundan yükselen kayaları incelemeğe devam ediyor. Bir zamanlar şehirden eğlenmek için büyük kayıklara binilerek gelinirmiş bu adaya. Kayıklar, saray kayıkları, herhalde bu çakıllığa yanaşmazdı. Ama karşı kıyıdan gelinirken en yakın yer burası... Bugün dinlense, yarın sandalla öte yana geçebilir, iz olarak kalmış da olsa, tepeye çıkacak bir yol bulabilir. Ama dinlenmek için... Dinlenmek için bir yer bulmalı. Tepeye ne yapıp edip çıkmalı. Her yer oradan daha iyi görünür. Eğlenmeğe gelen saraylıların kaldığı köşk yıkıntı halinde de olsa, barınacak bir köşesi elbet bulunur. Yahut taşı, tuğlası kullanılabilir. Andronikos bunu da istemiyor. Adada başkaları da o yıkıntılara sığınmış olabilir. Balıkçılar bile olabilir oralarda. Ama tepeye çıkmağa üşenmeyecek kişi azdır herhalde. Andronikos önce orayı denemek istiyor.

Ayağına ayakkabısını giyiyor. Mağaranın üzerine rastlayan yerde düz bir kaya var. İlk adım o olsun.

Güneş daha da yükselmiş. İyice ısınıyor sırtı. Ne yapmalı etmeli, çamlığa ulaşmalı. Yoksa bu yorgunlukla sıcağa dayanmak güç olur. Bu yorgunlukla...
Çamların altında uyunabilir. Bir iki lokma ekmek de yenebilir. Gece, bir ara, somunun bir ucunu koparıp çiğnemişti uzun uzun. Ondan beri ağzına bir şey koymadı.

Kayaya çıktığında işler biraz daha aydınlık görünüyor. İki kulaç yukarıda, yana doğru, altındakine benzer düz bir kaya var. Küçücük kaya parçaları, elini attıkça ufalanıyor, yuvarlanıyor aşağıya. Toprağa tutunmak imkânsız. Toprağı eşelese... Bıçağının ucu altında, taşların, toprakların altından, bir diş kaya belirmeğe başlıyor eşeledikçe... Bıçakla biraz daha, biraz daha kazmalı. Diş iyice meydana çıkınca ona tutunabiliyor. Ansızın dizleri yanmağa başlıyor. Bir çıkıntı daha olsa, kendini yukarıya çekecek. Bir gayret daha...

Taş çıkıntısı gereksiz. Bir kök görüyor. Ondan ötesi daha kolay. Andronikos şaşıyor kendine ikinci kayaya çıkınca. Çıkabileceğine aklı hiç yatmamıştı.

Artık eğim çok az. Emekleye emekleye yarın üst kıyısına ulaşabiliyor. Çam iğnelerine güven olmaz. Dikkatli yürümeli. On adım sonra ağaçların arasına giriyor. Kara kara, sıcaktan eğrilip büğrülmüş, yumuşamış mumlar gibi ağaçlar. Ağaçların arasında, bir mum ormanı içinde gibi. Alevleri yaygın, yayvan, yeşil, karanlık, karanlık... Yürüyor gene. Burası çok kayağan. Ama kaysa da ağaçlara, köklere tutunabilir. Zaten yer iyiden iyiye düzelmeğe başlıyor. Urubasının cebinde şimdilik karnını doyuracak kadar ekmek var. Geceden kalan parça. Sonrası için yeniden inmek gerekecek. İnmek düşüncesi içini karartıyor şimdi. Ama bunun yolunu sonra, daha sonra bulacak. Şimdi, tepeye çıkmalı. O kadar...

Daha doğrusu, tepeye çıkmak için bir yol bulmalı, bir patika açmalı.

İnce bir yel esiyor ağaçların altında. Hafif bir hışırtı işitiyor. İnceden inceye uğuldamağa başlıyor ağaçlık bu yelle...

Çam kokusu. Bir bahçenin orasına burasına serpiştirilmiş birkaç çamın kokusu değil bu. Göz alabildiğine uzanan, deniz olmayan her yeri kaplayan çamların yoğun kokusu. Dayanamayıp oturuyor. Belini bir ağacın gövdesine veriyor. Yel serin değil, sıcak; kokulu. Ama derisinde bir serinlik var. Denizi unutmak iyi değil diyor. Sesi kulaklarına ulaşıyor. Titrek, ürkek... Ürkek daha; ama sesini işitmeğe alışması gerek; sesini, kendi kendine de olsa, işittirmeğe alışması gerek. Manastırın unutturduklarını hatırlamağa, canlandırmağa çalışması gerek... Bu adada, üç yüzyıl, dört yüzyıl önce çile dolduran keşişlerin sürdüğü hayatı yaşayacak bile olsa. Ama o keşişler, içleri inançla dolu, çıkıyorlardı dağa, yazıya yabana, çöle... Hiç değilse öyle bilinirdi...

Öyle miydi gerçekten? Öyle miydi, yoksa, öyle olduğu düşüncesi, geride kalanlara, köyde olsun, kentte olsun, insanlar arasından ayrılmayanlara, kalabalığın besleyici emziğini ağzından bırakmak istemeyenlere yeterli mi görünmüştü? Bilinmiyordu ki... Keşişler içinde efsaneleşenleri vardı. İnançlarıyla dağı taşı, kurdu kuşu, şeytanı dize getirenlerin efsaneleriydi bunlar. Korkanı olmasa, yalnızlıktan başı dönüp birtakım düşleri gerçek gibi görenleri olmasa, kendi sesini, gölgesini, başkasının, maddesiz varlıkların belirtisi diye kabul etmeğe hazır bulunanı olmasa, bu keşişlerin dağ başında, çöl ortasında şeytanı bu kadar çok gördükleri, şeytanla bu kadar çetin didişmelere düştükleri üzerine bu kadar masal, bu kadar efsane niye anlatılsındı?

Kalabalığın, insanların birbirlerinin ayağına basmadan yürüyemedikleri kentlerin, şehirlerin ortasında görünmeyen şeytan, niye bunları bu kadar tedirgin etsindi?

Andronikos, böyle düşüncelere dalmanın daha sırası gelmediğini düşünüyor. Önce çevresine bakmak, önce onu tanımak gerek. Önce onu araştırmalı...
Ansızın, matematikçilerin sıfır dedikleri şeyi düşünüyor. Onların sıfırı, o güne değin kendisinin yokluğu düşünmek için kullandığı terimlerden –ansızın– apayrı görünüyor gözüne. Kaos'a ancak Tanrı düzen getirmişti. Ama sıfırın üstüne insanlar biri, ikiyi çıkabiliyorlardı. Bu orman sıfırdı şimdi. Biri, ikiyi, üçü çıkmak, sıfırdan hareket ederek... Bu da yepyeni bir düşünce: Sıfırdan hareket etmek... Sıfırdan hareket ederek, kolu gücünce, kafası, insanlığı gücünce, bir şeyler dizmek art arda, bir şey yapmak...

Bir şey yapmanın şartını demin de düşünmekten kaçınmıştı, şimdi de kaçınmağa kararlı. Kalkıyor yerinden, yukarıya doğru bakıyor. Tepeye doğru... Birden farkına varıyor. Tepede ağaçlar biraz daha seyrek duruyor. Aşağıda daha sık gibiler, biribirilerini korudukları yerde. Belki de yanılıyor. Ama ağaçların arası oralarda daha aydınlık gibi duruyor... Çıkınca, anlar öyle olup olmadığını.

Başlıyor çıkmağa. Güneş epey yükselmiş olacak. Ağaçların biraz aralandığı yerlerde, gözlerine ulaşıyor ışınlar. Doğuya doğru yürüdüğüne göre, öğleye daha üç saat kadar vardır demek. Erken de değil, geç de değil. Ama biraz karın doyurmak, biraz da dinlenmek istiyorsa, çıkmalı, inmeli, bir daha çıkmalı. Başka yolu yok bunun.

Cebindeki somundan bir parça koparıp ağzına atıyor. Geveleyecek. Yoksa yemek yiye yiye dağa tırmanmak, kişinin soluğunu kesmekten başka işe yaramaz. Ne çabuk çıkmalı ne de ağır. Ölçüyü bulmak gerek. Bu yokuşun ölçüsünü.

Yüreğin, şakakların atışına ayak uydurmalı, nabzın atışına. Tanrının, insanın içine yerleştirdiği tek, şaşmaz ölçüye... Değişken ama şaşmaz ölçüye. Bu ölçünün şaşması, bir türlü sonuç verir, iki türlü değil.

Oysa ölüm yararsız bir şey, boş bir şey. Ağzındaki lokmayı unutuyor Andronikos. Ölüm, kaçınılması gereken bir şey. Ölçü, herhangi bir nedenden ötürü, insanın içinde şaştığı zaman, yapılacak bir şey yoktur. Tanrı işlettiğini durdurmuş oluyor. Ama dışarıdan uzanan bir el, insanın içine girer, ölçüyü şaşırtmak isterse, insanın yapacağı tek bir şey vardır. O eli tutmak, o bileği bütün gücünü kullanarak bükmeğe çalışmak, gerekirse, kesmek. Ya da... İnsanın içine hiçbir elin uzanmağa hakkı yok, olmamalı. Ya da... Andronikos düşünüyor, benim yaptığım şey de var, diyor, benim yaptığım, kaçmak... O bileği bükmeğe gücü yetmediği, yetmeyeceği için, bu gücü bulma gücünü verecek bir inancı olmadığı için, kaçmak...

Lokmasını hatırlıyor gene Andronikos. Tükürüğün şişirdiği, kocamanlaştırdığı, ılıklığını tedirgin edici hale getirdiği lokmayı çiğnemek için duruyor. Ağaçların gövdesi güzel. Sert, kara, kokulu. Yumuşamış mumlara benzetmiyor artık bu gövdeleri. Çırayı bile düşünmüyor. Katman katman, zar gibi ince kabukların, koyaklar arasında ada ada kabarmış, pürtüklü ama gene de düz, göze yumuşak görünen hali... Büyük çatlakların içinde parıl parıl, biraz tozlu, çok kokulu reçine sızıntıları...

Yerde, çatlayan, çatlamış, çatlayacak kozalaklarla birlikte, toprağı örten iğnelerle birlikte düşünmeli çamı. Çam bir tek ağaç değil, bir doğa. Yerle gök arasında bir dizge, bir kurum. Dişleri dökülmüş, kararmış kozalaklarla nedense kopmuş, yerde yatan yeşil kozalaklar, kozalak başlangıçları, kozalak düşleri, yan yana. Yeter ki yelden, güneşten başka bir şey düşürmesin bu kozalakları. Yeter ki bir el uzanmasın onları koparmak için...

Bir lokma daha koparacak oluyor cebindeki somundan, vazgeçiyor. Biçilen buğdaylar, kesilen koyunlar varken, çam kozalaklarına el sürülmemesini düşünmek gülünç. Çam kozalağı da işe yarayabilir kimi zaman. Yerde bulunmazsa, koparılır. Ama insan önemli. Değil mi ki Tanrı, her şeyi, insan yaşayabilsin diye yaratmış? Bunamadıkça, hiç değilse buna inanmamak imkânsız, diye düşünüyor Andronikos. Buna inanmamayı düşünmek istiyor. Başaramıyor. Ama inanmamayı düşünebilmesi var. Gözünü yumuyor. Başka şey düşünmek istiyor, bunu unutmak istiyor. Bunu da düşünebilirse insan... O zaman ne kalır geriye? Ama herhalde insanın insanı kullanmağa kalkmasını haklı gösterecek bir şey söylenemez, böyle bir şey savunulamaz. Yok öyle bir şey...

İnsanı insana oyuncak olsun diye yaratmamış Tanrı. Evet, ama ya şeytanın içimize saldığı gururla öyle düşünmek hoşumuza gidiyorsa... Andronikos, şakaklarının biraz üstünde kalan bir zonklayış içinde, susadığının, saatlerden beri su içmediğinin farkına varıyor. Oysa yanına aldığı testi aşağıda kaldı, sandalın içinde... Testideki su idare edilse edilse iki gün, bilemedin, üç gün edilir. Daha çok edilmez zaten, bayatlar, kurtlanır. Andronikos, o suyu, sandalı bulduğu köyün meydanındaki kuyudan doldurmuştu. Bu sıcakta su idare etmek de güç olur. Suyu daha önce düşünmesi gerekirdi. Tepeye çıkmaktan daha önemli olan, su bulmak... Su değil, suyu bulmak. Tepenin bir yerlerinde bir suyun kaynadığı, keşişlerden birinin kitabında yazılıydı. Okuduğunu hatırlıyor Andronikos. Buralarda bir yerlerde, bir zamanlar, su varmış. Keşiş öyle yazıyordu. Andronikos şimdi o suyu bulabilmeli ki burada kalabilsin...

Kalabilsin... Su bulamadığı için buradan ayrılması gerekirse, yollarda geçireceği günler uzayacak. Bir yere yerleşip bir şeyler yapması gecikecek. Değişecek bir şey yok. Başka bir yere gitmesi gerekecek. Şu anda, nereye gidebileceğini hiç mi hiç düşünemiyor, kestiremiyor. Karşı kıyı bile yok oluyor gibi gözlerinde... Şehre dönmek akla bile gelmez, getirilmez. Boş yere dolanmak, oyalanmak istemiyor. Ama bir şey yapmağa gelince...

Alışkanlık işte. Bir şeyler yapmak diye düşünmeden edemiyor insan. Bir şeyler yapmak... Bir şeyler yapmalı. Ama arı beslemek, kuş, hayvan, tavuk beslemek, bitki, sebze, yemiş yetiştirmek gibi bir iş... Gülüyor.

Bunların yapılması için dünyalar gerek. Yumurta, yavru, tohum, fidan gerek. Bunları, karşı kıyı köylerinden bulabilir. Ama köylüler, bunları satarlar... Almak için para gerek. Keşiş olduğunu söylerse, gülerler böylesi keşişe. Söylemese, kuşkulanırlar. Bugünlerde köylüler herkesten çok kuşkulu olacaktır herhalde...
Ama sırası değil bunların. Tepe, su, barınak. Daha doğrusu, su, tepe, barınak. Başka yolu yok.

Tek tük kayalar belirmeğe başlıyor ağaçların arasında. Kayaların üzerlerinde yosunlar. Yosunlar da çiğnenebilir diyor kitaplar. Hem açlığı bastırırmış, hem susuzluğu. Denemek için vakit var daha.
Kulak veriyor Andronikos. Yel, uğultu, hışırtı, kanat sesleri, martıların çığlıkları, orada burada çekingen çekingen ötmeğe başlayan ağustosböceklerinin cırıltısı... Kayaların diplerinde fundalıklar. Su aksa da sesi işitilmez. Çağıldayacak su da bu adada bulunmaz. Ayakları yürümeğe devam etmeli. Ara vermeden, hızlanmadan...

Kayalar şimdi üst üste, basamak basamak dizilmeğe başlıyor. Bir çeşit yol, bir çeşit merdiven gibi. Yanları yosunlu. Üstleri çam iğnesi, kozalak, böcek kurularıyla kaplı. Şehirde böcek kurusu bulunmaz. Böcekler ayak altında ezilir, sulu sulu. Çiğnene çiğnene toz olur. Burada öyle değil.

Şehri düşünüyor. Ne oluyordur oralarda şimdi? Sokaklarda kimler eziliyor, neler parçalanıp yakılıyor? Neler, nasıl? Kendisini aralarında görmeyen arkadaşları bu sabah ne yapmışlardır? Hemen gidip haber mi vermişler, yoksa beklemişler midir? Bekledilerse, ne beklediler? Haber verdilerse, ne dediler?

Haber vermek için büyük toplantının başlamasını beklemişlerdir. Büyük toplantı da, manastır başının başkanlığında, sabah ayininden sonra –nasıl olmuştur ki bu ayin, değişiklik yapılmış mıdır?– herkesin ortaya çıkıp herkesin önünde eski inancı yadsıyıp yenisine katıldığını, gözlerin bugüne dek işlenen puta tapıcılık günahının korkunçluğunu artık açıkça gördüğünü, bundan böyle kimsenin böyle bir günah, böyle bir suç işlemeyeceğini söylemesi, buna söz vermesi, ant içmesi için yapılacaktı. Kendisinin kaçtığı, kaçtığı değil ya, orada bulunmadığı, o zaman ortaya çıkacaktı. Kaçtığını, olsa olsa, İoakim ile Andreas anlarlardı. Sezerlerdi. Dünkü halini, ansızın şehre çıkmak isteyişini, tedirgin tedirgin koşuşmasını hatırlayıp... Akşam ayininde görmeyince, odasına kapandığını düşünmüş olabilirlerdi. Ama bu sabah, başka türlü olurdu işler. Kaldı ki, büyük ayini bekledilerse bile ona biraz daha vakit kazandırmak için değil, ne yapacaklarına karar veremediklerinden beklemişlerdir. Belki de, kaçtığı söylenince, anlaşılınca, onu sevmeyen arkadaşları "alçak" diyecek, onu sevenler ise "kahraman" diye düşüneceklerdi. Sevmeyenler...

Ağaçlık birden açılıyor solunda. Andronikos, iki öbek ağacın arasına sıkışan kayalığa çıkıyor. Deniz. Mavi, büyük, düz, ışıltılı deniz. Uzak uzak uğultulu, titreşen deniz. Mavi. Her şeyi bir yana iten, atan, tek başına yaşayan, resimlerde Meryem Ananın sırtında görülen mavi harmaninin rengini bastıran, açık, kırmızısız, yeşilsiz, yaldızsız bir mavi. Adanın tam karşısında garip biçimli küçük bir kayalık. O da ada ama onun susuz olduğu bilinir. Kıraç, boz, yer yer cılız birtakım fundalarla lekeli. Geride, çok çok uzaklarda, buğular içinde karşı kıyı. Sandalı bulup aldığı, yola çıktığı köy, ufacık, yeşil bir nokta suyun dibinde. Onu bilmese, ezbere görmese, seçemez buradan. Başını yavaş yavaş, daha sola, daha sola çeviriyor. Korkar, çekinir gibi. Buğular içinde daha koyuca bir lekenin seçildiği yerde, kubbelerin altında, şimdi yüzlerce insan, eski inancı yadsıdığını, yeni yola girdiğini...

Kahraman falan değil. Kahramanlığın tamamıyla ötesinde bir yerde.

Ama onu sevmeyenlerin... Sahi, niye sevmezlerdi? Birkaç kez kendisiyle daha yakın bir ilişki kurmak istemiş olanlar vardı. Hiçbirine güler yüz göstermemişti. Manastırda hepsi kardeşti. Yeterdi bu. Daha yakın bir kardeşlik istemiyordu Andronikos. Tartışmalarına katılmaktan ne zamandır kaçınmıştı. Tartışmalar artık onu hiç ilgilendirmiyor da ondan. Tartışılacak şeylerin neler olduğu önceden belli zaten. Bunların tartışılması bile gerekli değil. Tartışılması, herhangi bir sonuca da ulaştırmıyor; yalnız, birkaç kişinin birkaç saat boyunca birtakım büyük adlar sayıp gölgelerine sığınarak, "bence" sözünü her cümlenin altında sezdirerek olmadık saçmaları kafalara kaka kaka yinelemesinden öteye geçmiyor. Geçmiyordu. Şimdi, öyle düşünmeli, öyle yapmalı cümleleri. Geçmiş zamanda.

Andronikos, önceleri korku duymuştu içinde. Bu tartışmalara katılmıyor, katılmak istemiyor, katılamıyordu artık. Daha kötüsü, katılması için içinden gelen bir dürtü, bir istek yoktu. Yoktu, çünkü –işte burası korkutucuydu– çünkü tartışılanların önemine, gereğine inanmıyordu. Böyle şeylerin tartışılması saçmaydı. Herkes temeli bırakıp çatının kiremidinden söz açıyordu. İki oluklu mu, üç oluklu mu olsundu?

Kendine kızmıştı. Madem öyle düşünüyordu, bunu kendilerine de söyleyebilmeliydi. Söylemişti iki üç kez. Dönüp bakmışlar, gülmüşler, sert bir iki çıkışla savmışlardı yanlarından. Ama daha sonra, kendisine eğri eğri bakmışlardı.
Bunlar, herhalde, yeni bir inanca bağlılıklarını, yeni inanca bağlı kalacaklarını bildirmekte güçlük çekmeyeceklerdi. Ona da "alçak" derlerdi herhalde. "Alçak". Kaçtığı için. Yoksa günahlarına mı giriyordu?

Ya sevenler? İoakim ile Andreas?

Andronikos, denize, karşı kıyıya dalarak çöktüğü kayadan doğruluyor.

İoakim, genç olduğu halde, yumuşak başlı. Sarı, kıvrımlarının gölgesinde kumrallaşan kıvırcık saçıyla sarıdan kızıla her türlü rengi bir araya getiren kıvırcık sakalı, bıyığıyla, yumuşacık başlı. Manastıra girdiği günlerde herkesten uzak duran, çekingen, sonra sonra, yavaş yavaş, dudağının ucunu gülümsemek ister gibi kıvırmağı öğrenen, gülümsemeği bile öğrenen, kendisine yaklaşan, kendisine sorular sormağa alışan, dediğini biraz tarttıktan sonra kabul eden İoakim. Şimdi, büyük toplantıda, sıra ona gelmiş olabilir. Birkaç cümlelik andı kırk kişinin içmesi uzun sürmez. Süremez.

Meğer ki Andronikos'un orada bulunmayışı yüzünden tören uzamış ola...

Sıra İoakim'e gelmişse, çekingen adımlarla ortaya çıkmış, önce gıcıklı, çatlak bir sesle, sonra da kesin ama gene de yumuşak bir tını bularak, andı içmiştir.
Belki o da kızıyordur Andronikos'a.

Gittiği, haber vermeden, kendisini yanına almadan, gittiği, nereye gittiğini söyleyecek ölçüde kendisine güvenemediği için.

Oysa Andronikos bu yolculuğa yalnız çıkmak istemiştir. Ardından kimseyi sürüklemek istememiştir.

Onun için, önce Galata'ya geçerek, torbasına doldurduklarını satın almış, oradaki gemicilerden biriyle anlaşarak Halkedon'a geçmiştir. Kendisini Halkedon'a bırakıp, Nikomedeia'ya mal götürmek üzere yoluna devam eden kayıkta, kendisini tanıyabilecek tek bir kişi vardı. Bir kumaş tecimeni. Çocukluk arkadaşı. Sokakta birlikte oynadıkları, birlikte denize girdiklerinden... Onlardan biri.

Andronikos onu tanımıştı. Şimdi, orta yaşlı, göbek bağlamış, açık renkli giysisini işlerinin iyi gittiğini göstermek istercesine ikide bir düzelten, ikide bir çın çın öten kahkahalar atan bir adam olmuştu. Andronikos, onu tanıyınca, ondan uzak durmağa dikkat etmişti. Saçı sakalı uzun, yer yer bozarmış kumral başı külahıyla örtülü, sırtındaki cüppesi karadan artık yeşil-mora kaymış, alaca kargaların rengine çalan bir manastır kaçkınını o adam artık tanıyamazdı. Tanısa da ne çıkardı sanki.

Ama İoakim, ne yapsa, ne etse, Andronikos'un yerini bulamazdı.

Güneş tepeye yaklaşıyor. Andronikos kayadan inmeli, yola düşmeli.

Delilik bu yaptığı. Denizin titrek ışıltısı şimdi gözü yorucu hale geliyor. Vakit geçiyor. Kayalardan yürümek daha kolay olmalı.

Kayalar basamak gibi yükseliyor. Ağustosböcekleri şimdi iyice azıtmış, sersemletici bir uğultu çıkarıyor. Yelin kokusu ağırlaşıyor şimdi. Fundalıklar ağır, ballı, keskin bir koku salıyor. Çamlar kızdıkça iki ayrı kokuyu karıştırıp yayıyor havaya...

Tanrım, diyor Andronikos, biraz sonra suyu bulabilsem ya... Sesi bir daha kulağına dek geliyor. Oysa, sesli konuştuğunun farkında değildi. Buna dikkat etmeli. Konuşurken içinden mi konuştuğunu, sesli mi konuştuğunu, insan her zaman bilmeli.

Ağaçların aralık yerlerinden yere akan güneş ışığı daha yakıcı şimdi. Andronikos susuyor. Düşüncelerinin söz haline gelmemesine dikkat ederek çıkıyor tepeye doğru. İoakim onu bulamaz. İoakim ona kızmıştır kendisine haber vermeden gittiği için. İoakim, yeni inanca bağlanacağına, bağlı kalacağına ant içmiştir...

İoakim, bu son günlerde zaten hep Andronikos'un ağzına bakıyor, kulaktan kulağa dolaşan birtakım söylentilerin doğrulanması halinde ne yapmaları gerekeceğini kendisinden öğrenmek istiyordu.

Söylentilere göre, varılan karar kesindi. Resimlerin karşısında dua etmek, resimleri öpmek, resimlerden bir şey beklemek, puta tapıcılıktan başka bir şey değildi. Doğu illeri halkı zaten bu gibi şeylere karşı duruyor, bunları beğenmediğini, bunların devleti uçuruma götüreceğini söyleyip duruyordu. Araplar vardı sonra. Devleti sıkıştıran, resimlere düşmanlığı bilinen Araplar. Bunlar, Bizans'taki İmparatoru niye bu kadar düşündürürdü, orası iyi bilinmiyor, anlaşılmıyordu. Ama karara göre, puta karşı, puta tapıcılığa karşı çıkan bir dinin puta tapıcılığı tapınmanın şartı haline getirmesi düşünülemezdi. Kilise, resimlerden yana olduğunu hiçbir zaman açıkça bildirmemiştir diye sözler de duyuyorlardı bu ara. Kilise, resimden yana değildi de niye kiliseler resimle dolup taşıyordu? Niye İmparatordan başlamak üzere resimlerin kutsallığına inanıyordu herkes? İoakim, bunu anlamağa çalışıyordu. Andronikos, bunları düşünmek bile istemiyordu ama o da anlamağa çalışıyordu.

Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı. Dinin temeli buydu. Resimler kaldırılacak da değildi. Bir süre önce denenen iş, kanlı sonuçlar vermişti sarayın kapısında. Gerçi o yalnız bir resim işi değildi, İmparatorun kendini handiyse İsa yerine koymağa kalktığı duygusu da vardı kalabalığın korku dolu yüreğinde. İmparator bunu bir daha göze almayacaktı, öyle söyleniyordu. Resimler yakılacaktı.

Yakılacaktı. Direnecekler, eski inanca körü körüne bağlı kalacaklar, kalmak isteyecekler, kalacağı sezilenler düşünülerek, onları yola getirmek için...
Daha başka söylentiler de vardı. Başka şeyler de yapılacaktı. Bu çeşit çeşit söylentiler bu kadar ayrıntıya indiğine göre, karar verenler arasında da –hiç değilse başlangıçta– anlaşmazlık çıkmış olacaktı.

Gene söylentilere bakılırsa, İmparator Yüce Kurulunu toplayıp bu konudaki yarlığın onaylanmasını istemişti. Patrik bunu kabul etmemişti. Hemen atılmıştı yerinden. Söz dinleyen birini Patrik yapmıştı İmparator. Bu söylentiler yayılıyordu şehirde. Oysa Patriğin çekildiğini bildirdiklerinde, değiştirildiğini haber verdiklerinde, sağlık sebeplerinden söz etmişlerdi.

Kimbilir, karar belki de gerçekten, yalnız görünüşte oybirliğiyle verilmişti. Belki gerçeklik daha başkaydı. Söylentiler, bu kararın arkasında daha başka nedenler yattığını ekliyordu. Kısa bir süre önce Bizans'a gelen Doğu İlleri ileri gelenlerinin bu işte parmağı olduğu söyleniyordu. Doğuda, resimlere karşı yeniden harekete girişildiğini haber vermişlerdi deniyordu. İmparator, Araplara karşı Doğu ordularına güvenmek zorundaydı. Doğu orduları ise, bütün bütün resme karşıydı. Bütün bunlar karmakarışık sözler halinde anlatılıyordu.

Ama Andronikos için, bütün bu gizli, açık nedenlerin hiç önemi yoktu... Andronikos için önemli olan, bu kararın yürürlüğe girdiği gün ne yapacağı, ne yapması gerektiğiydi.

Sf.9-25

Bilge Karasu/Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı...
Not : Metis Kitap.com'dan alıntılama...

Share/Save/Bookmark

Sirenlerin Susuşu...

Yetersiz, hatta çocuksu çarelerin bile insanı esenliğe kavuşturabileceğinin kanıtıdır:

Sirenlerden korunmak isteyen Odysseus kulaklarına bal mumu tıkamış, kendisini siren direğine sımsıkı zincirletmişti. Aynı şeyi, sirenlerin daha uzaktan ayartıp baştan çıkardığı kimseler değil ama, başkaları öteden beri yapabilirdi kuşkusuz. Ama bunun bir işe yaramayacağı bütün dünyaca biliniyordu. Sirenlerin şarkıları ne varsa delip geçiyor, şarkının ayartısına kapılanların içinde zincir ve direklerden daha da fazlasını kırıp parçalayabilecek bir tutkunun doğmasına yol açıyordu. Belki Odysseus da işitmişti bunu, ama umursadığı yoktu. Bir avuç bal mumuyla bir bağ zincire katıksız güven besliyor, başvurduğu önlemden dolayı sevinç içinde sirenlere doğru yol alıyordu.

Ama sirenlerin şarkıdan çok daha tehlikeli bir silahları vardır ki, o da susuşlarıdır. Hani böyle bir durumla karşılaşılmamıştır şimdiye kadar, ama karşılaşılabilir. Bir kimse belki sirenlerin şarkısından kurtarabilir kendini, ama susuşlarından asla. Dünyada hiçbir nesne yoktur ki, kendi gücüyle sirenleri yenmenin mutluluğuna ve bu mutluluktan doğarak her şeyi önüne katıp sürükleyecek büyüklenmeye karşı durabilsin. Ve gerçekten, Odysseus yanlarına yaklaştığı zaman, yeni düşmanlarının üstesinden ancak susmakla gelebileceklerine inandıklarından mıdır, yoksa bal mumu ve zincirden başka şey düşünmeyen Odysseus'un yüzündeki mutluluk kendilerine şarkı söylemeyi tümüyle unutturduğundan mı, artık nedense, o yaman şarkıcı sirenler şarkı söylemeyi bırakmış susuyordu.

Ama Odysseus besbelli sirenlerin susuşunu fark etmiyor, onların şarkı söylediğini, ama kendisinin bunu işitmediğini sanıyordu. İlkin sirenlerin boyunlarını döndürmelerini, derin derin solumalarını, gözlerinin yaşla dolmasını ve yarı açılan ağızlarını şöylece fark etmiş, ne var ki bütün bunların çevresinde yankılanıp sönen, ama kendisine işitilmeyen şarkılardan kaynaklandığını düşünmüştü. Ancak, çok geçmeden söz konusu görüntülerin tümü, Odysseus'un uzaklara çevrilmiş gözlerinin önünden kayıp gitmişti. Odysseus'un azmi karşısında sirenler silindi ortadan ve kendilerine iyice yaklaşan Odysseus onları fark etmez oldu.

Ne var ki, sirenler her zamankinden daha bir güzel gerinip uzandılar, sonra arkalarına döndüler, korkunç saçlarını rüzgarda uçuşmaya bıraktılar ve kayaların üstüne sere serpe açıp yaydılar pençelerini. Artık, Odysseus'u ayartıp baştan çıkarmayı düşünmüyor, yalnız ondaki bir çift iri ve parlak gözü elden geldiğince uzun süre seyretmek istiyorlardı.

Sirenlerde bilinç diye bir şey bulunsaydı, daha o vakit yok olup giderlerdi. Ama bu bilincin olmayışından ötürü hayatta kaldılar, ellerinden de bir tek Odysseus kurtuldu.

Sonra buna ek olarak öteden beri şöyle bir şey anlatılır:

Odysseus, öylesine kurnaz, öylesine tilkinin biriymiş ki, Yazgı Tanrıçası bile içindeki gizli niyeti keşfedememiş; hani insan aklının alacağı şey değil ama, sirenlerin sustuğunu Odysseus belki, gerçekten sezmiş ve yukarıdaki düzmece olayı hem sirenlere, hem tanrılara karşı adeta kalkan diye kullanmıştı.

Franz Kafka/ Taşrada Düğün Hazırlıkları...

Share/Save/Bookmark

Prometheus...

Prometheus'tan söz eden dört söylence bulunuyor elimizde: Birincisine göre, Prometheus, tanrılara ihanet ederek sırlarını insanlara ilettiği için Kafkas dağlarındaki kayalıklara kıskıvrak zincirlenmiştir ve tanrıların yolladığı kartallar tarafından karaciğeri yenmektedir; ama Prometheus'un ciğeri yendikçe büyümekte, büyüdükçe yine kartallara yem olmaktadır.

İkinci söylenceye göre, Prometheus, kartalların acımasız gagalamasının acısıyla, zincirlendiği kayaların giderek daha içerisine gömülmüş, sonunda kendisi de bir kaya parçasına dönüşmüştür.

Üçüncü söylenceye göre, Prometheus'un tanrılara ihaneti aradan geçen binyıllar içinde unutulmuş, kartallar unutmuş, Prometheus'un kendisi unutmuştur.
Söylencenin dördüncüsüne göre, anlamını yitirip havada kalan olaydan bezilmiş, tanrılar bezmiş, kartallar bezmiş, yara bezgin, kapanmıştır.

Kala kala geriye açıklanamayan kayalar kalmıştır.- Söylence, açıklanamayanı açıklamaya uğraşıyor. Bir gerçeklik temelinden çıkıp geldiği için, yine ister istemez açıklanamaz'da sonlanacaktır.
Franz Kafka/Taşrada Düğün Hazırlıkları...

Share/Save/Bookmark

Günah, Istırap, Umut ve Doğru Yol Üstüne Özdeyişler...

1) Doğru yol bir ip üzerinden geçer; yükseğe değil de, hemen yer üzerine gerilmiştir ip. Sanki üzerinde yürünmek değil, insanı tökezletmek içindir.

2) İnsanların tüm kusurları sabırsızlık, uğraşılarında yönteme vaktinden önce sırt çeviriş, sözde bir sorunu sözde bir çit içine almak isteyiştir.

3) İnsanların iki ana günahı var: Sabırsızlık ve savsaklık; bütün öbür günahlar bunlardan kaynaklanıyor. Sabırsızlıklarından ötürü cennetten kovuldular, savsaklıklarından ötürü cennete dönemiyorlar. Ama belki bir tek ana günah var ortada: Sabırsızlık. Sabırsızlıklarından ötürü cennetten kovuldular, sabırsızlıklarından ötürü cennete dönemiyorlar.

4) Öbür dünyaya göçenlerden pek çoğunun gölgesi, ölüm ırmağı'nın sularını aralıksız yalayıp durur; çünkü bizim buradan akıp gider ırmak ve bizim denizlerin tuzlu lezzetini taşır. Derken ırmak başkaldırır tiksintiyle, dönüp gerisin geri akmaya koyulur, ölüleri sularında sürükleyip getirir ve yeniden yaşamın içine bırakır. Ama ölüler mutludur; şükran türküleri söyler, gazaba gelmiş ırmağı okşayıp severler.

5) Bir noktadan sonra geriye dönüş diye bir şey kalmaz. Bu noktaya ulaşılması gerekiyor.

6) İnsanlık evriminin kesin sonuca ulaşacağı an, bir sürekliliği içerir. Dolayısıyla, geçmişte kalan şeylerin hiçbir değer taşımadığını açıklayan devrimci-düşünsel akımlar haklıdır; çünkü henüz olup bitmiş bir şey yoktur.

7) Kötü'nün elinde bulunup insanı baştan çıkaran en etkili silahlardan biri savaşa çağrıdır.

8) Kadınlarla yapılıp yatakta sonlanan bir savaş gibidir adeta.

9) A'nın burnu pek havadadır, İyi'nin yolunda hayli ilerlediğini sanır; bu sanısının nedeni, kendine besbelli çekiciliğini hep koruyan bir nesne gözüyle bakması, kendini sayısı giderek artan ayartılar karşısında hissetmesi, ayartıların da şimdiye dek hiç bilmediği yönlerden geldiğini düşünmesidir.

10) Ama gerçek neden, ruhuna büyük bir iblisin girmiş olması, büyük iblise hizmet için de durmadan küçük iblislerin seğirtip gelmesidir.

11/12) Bir elmanın algılanışındaki çeşitlilik: Masanın üzerinde duran elmayı zar zor seçebilmek için boynunu uzatan küçük otlanın görüşü, bir de elmayı alıp rahatçacık yanı başındaki dostuna uzatan evin beyinin görüşü.

13) Bilgeliğin başladığının ilk belirtisi, ölme isteğidir. Bu yaşam katlanılamaz, bir başkası erişilmez görünür. Ölmek istendiği için utanılmaz artık: nefretle bakılan bir eski hücreden alınıp bir nefretle bakılacak bir yeni hücreye konulmak için yalvarıp yakarılır. Hani bir inanç kalıntısı da rol oynar bunda: Sözde bir hücreden ötekisine taşınılırken, Tanrı bakarsın tutukevinin koridorunda insanın karşısına çıkacak ve onu şöyle bir süzdükten sonra diyecektir ki: «Hiçbir yere kapamayın artık; o bana gelecek!»

14) Bir yerde yürüsen ve ilerlemek için iyi niyet sahibi olmana karşın adımların geri geri gitse, o zaman seni umutsuzluğa sürükleyecek bir neden olabilirdi bu. Ama sarp, senin de aşağıdan gördüğün gibi sarp bir yamacı tırmandığını düşünürsen, adımlarının geri geri gitmesi, salt arazinin durumundan kaynaklanabilir. Bu yüzden, umutsuzluğa kapılman doğru sayılmaz.

15) Sonbaharda bir yol gibi: Süpürüp temizliyorsun, yeniden kurumuş yapraklar örtüyor üzerini.

16) Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.

17) Buraya gelmemiştim hiç: Burada bir başka türlü soluyor insan; güneşin yanı başında bir yıldız, güneşten daha göz kamaştırıcı ışıldıyor.

18) Sonradan üzerine tırmanıp çıkılmak istenmeseydi, Babil Kulesi'nin* yapımına belki ses çıkarılmayabilirdi.

19) Kötü'nün dediklerine kanıp ondan gizli sırların olabileceğine inanma sakın!

20) Leopartlar tapınaktan içeri dalıp, Tanrılara sunulmak üzere testilerde bekleyen içiti içiyor ve olay sık sık yineleniyor; sonunda âyinin bir parçasına dönüşüyor.

21) Elin taşı kavradığı gibi sımsıkı. Ama el, daha bir uzağa fırlatabilmek için sımsıkı kavrar taşı. Ancak, o kadar uzağa da götürür yol.

22) Sen ödevsin, uzakta yakında bir öğrenci yok.

23) Gerçek düşmandan sınırsız bir cesaret dolar içine.

24) Üzerinde dikildiğin yerin, iki ayağın kaplayabileceğinden daha geniş olamayacağını bilmenin mutluluğu.

25) Yasamın kollarına kendini atmadıktan sonra yaşamdan nasıl zevk alınabilir?

26) Gizlenecek yer sayısız, ancak kurtuluş tektir; ama kurtuluş olanağı gizlenecek yer kadar çoktur.

Bir hedef var, ama hedefe götürecek bir yol bulunmuyor; bizim yol dediğimiz, duraksamadan başka şey değil.

27) Olumsuz davranışlarda bulunma yükümlülüğü sonradan yüklendi omzumuza; olumlu davranışlarda bulunmakla daha başta yükümlü kılındık.

28) Bir kez Kötü'ye kapılar açılmaya görsün, kendisine inanılmasını gereksinmez artık.

29) Kötü'ye kapılarını açarken kafandaki niyet ve düşünceler senin değil, Kötü'nün niyet ve düşünceleridir.

Hayvan kırbacı çekip alıyor efendisinin elinden ve kendisi efendi olmak için kendi kendisini kırbaçlamaya koyuluyor; bilmiyor ki bu, efendisinin kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir hayalden başka şey değildir.

30) İyi, bir bakıma iç karartıcıdır.

31) Nefsim üzerinde egemenlik kurmak için uğraşmıyorum. Nefse egemenlik, manevi varlığımdan saçılan sonsuz sayıda ışınların rasgele bir yerinde etkili olmayı dilemektir. Ama çevremde böylesi çemberler çizmem mi gerekiyor, en iyisi bunu bir eylemde bulunmayıp devcileyin bütün'ü hayretle
seyrederek yapar ve seyrin e contrario* sağlayacağı güçlenmeden yararlanırım, o kadar.

32) Kargalar, bir tek karganın göğü yok edebileceğini ileri sürer. Ona kuşku yok; ama göğün kulağı duymaz böyle bir savı, çünkü gök kargaların yokluğu demektir.

33) Din fedaileri bedeni küçümsemez, çarmıha gererek yüceltir onu. Bu konuda düşmanlarıyla aynı görüştedir.

34) Bitkinliği, arenadaki boğuşmadan sonra bir gladyatörün bitkinliğine benziyor; gördüğü iş, bir memur odasındaki bir duvar parçasının beyaza boyanmasıydı.

35) Sahip olma diye bir şey yoktur; ancak bir varoluş, son nefesini vermeyi, havasızlıktan boğulup gitmeyi özleyen bir varoluş bulunuyor.

36) Eskiden soruma niçin yanıt alamadığımı bilemiyordum. Bugün soru sorabileceğime eskiden nasıl inandığımı aklım almıyor. Ama inandığım da yoktu hiç; yalnızca soruyordum.

37) Belki sahip olabilirsin, ama var olamazsın savına verdiği yanıt, titreme ve yürek çarpıntısıydı yalnız.

38) Biri sonsuzluk yolunda ne kolay ilerlediğine şaştı; çünkü bayır aşağı dolu dizgin iniyordu.

39a) Kötü'ye olan borçta taksit taksit ödeme yoktur; oysa hep böyle yapılmaya çalışılır.
Gençliğinde kazandığı savaşlara, kurduğu seçkin orduya, içinde hissedip dünyayı değiştirmeyi amaçlayan güçlere karşın, Büyük İskender'in Çanakkale önünde kalıp boğazın asla karşı kıyısına geçemeyeceği ve bunu korkudan ya da irade güçsüzlüğünden değil, yer çekiminden başaramayacağı düşünülebilirdi.

39b)Yol sonsuzdur, ne kısaltılacak, ne uzatılacak yanı vardır; ama yine de herkes kendi çocuksu karışını tutar üzerine, onu kısaltmaya bakar. «Elbet adı geçen bir karışlık yolu da yürümen istenecektir, bu bakımdan unutan olmayacaktır seni.

40) Ancak zaman kavramımızdır ki, Kıyamet Günü'ne* bu ismi vermeye zorlar bizi; oysa gerçekte bir divanı harp söz konusudur.

41) Dünyadaki uyumsuzluğun sayısal bir uyumsuzluğa benzemesi, insanın içini rahatlatıcı bir durumdur.

42) Tiksinti ve kin dolu başı önüne eğmek.

43) Henüz köpekler avluda oynaşıyor; ama av şimdi ormanlar içinde istediği kadar dolu dizgin kaçıyor olsun, yine ellerinden kurtulamaz.

44) Bu dünya için koşumları takınman gülünç doğrusu.

45) Ne kadar çok at koşarsan arabaya, iş o kadar çabuklasın Hani tüm yapının temelden sökülüp alınması değil, zaten bunun üstesinden gelinemez; anlatılmak istenen, koşumların parçalanması, dolayısıyla özgür ve şen bir yolculuk olanağının ele geçirilmesidir.

46) Sein sözcüğü Almanca'da iki anlama gelir: Varolmak ve onun olmak.

47) Kral ve kralın habercileri olmak gibi iki şıktan birini seçmeleri istenmişti. Çocuklar gibi hepsi haberci olmayı diledi. Bu yüzden de, ortalık haberciden geçilmiyor şimdi; sağa sola koşturuyor, yeryüzünde kral kalmadığından anlamını yitirmiş haberleri birbirlerine sesleniyorlar. Bu acınacak yaşamlarına bir son verebilseler, sevinecekler hani; ama görevde kalacaklarına bir kez ant içmişler, bunu göze alamıyorlar.

48) İlerleme denen şeye inanç, henüz bir ilerlemenin gerçekleşmediğine inanmaktır. Bunun tersi, inanç sayılmaz.

49)A. bir virtüözdür, Tanrı da onun tanığı.

50 İnsan, içinde yok edilmez bir nesnenin varlığından sürekli emin olmadan yaşayamaz; ancak, gerek söz konusu nesne, gerek böyle bir güven kendisinden saklı kalabilir. Bu saklı kalışın dışavurum olanaklarından biri de, kişisel bir Tanrı'ya inanmaktır.

51) Yılanın aracılığı gerekmişti: Kötü, insanı ayartabilir, ama insan olamaz.

52) Dünyayla arandaki savaşta dünyayı desteklemeye bak.

53) Kimseyi aldatmamak; dünyayı da aldatıp bir zafer olanağından yoksun bırakmamalı.

54) Hepsi manevî bir dünya vardır. Bizim maddî dünya dediğimiz, manevî dünyadaki kötüdür; kötü dediğimiz de, başı sonu olmayan gelişim sürecimizdeki bir anın zorunluğudur ancak.

Alabildiğine güçlü bir ışık dünyayı darmadağın edebilir; zayıf gözlerin önünde katılaşır dünya, daha zayıfların önünde ellerini yumruk yapar, daha da zayıfların önünde mahcup bir tavır takınır ve kendisine bakmaya yelteneni vurup devirir.

55) Her şey bir aldatmacadır: En az aldatmaya bakmak, normal ölçüler içinde kalmak, işi en aşırı düzeye vardırmak. Birinci şıkta, elde edilmesinde kolaya kaçıldığı için İyi ve karşına düpedüz olumsuz savaş koşulları çıkarıldığı için Kötü aldatılır. İkinci şıkta, dünyevî'de bile ele geçirilmeye çalışılmadığı için İyi'dir aldatılan. Üçüncüsünde ise, kendisinden elden geldiği kadar uzağa kaçıldığı için İyi, en aşırılığa vardırılarak güçsüz kılınacağı umulduğu için de Kötü aldatılır. Yani ikinci şıkkın yeğ tutulması gerekir; çünkü burada hep İyi aldatılıp Kötü aldatılmaya çalışılmaz, hiç değilse öyle gözükür.

56) Yaradılışımız gereği esirgenmeseydik, ellerinden yakamızı kurtaramayacağımız sorular karşısında bulurduk kendimizi.

57) Maddî dünya dışındaki nesneler için dilden ancak ima yollu yararlanılabilir; yaklaşık da olsa dil kıyas amacıyla asla kullanılamaz, çünkü maddî dünyaya uygunluk içinde yalnız mülkiyetten ve mülkiyet ilişkilerinden söz eder.

58) Mümkün mertebe az fırsat ele geçince değil, ancak mümkün mertebe az yalan söylenince, mümkün mertebe az yalan söylenmiş olur.

59) Bir merdivenin üzerine basılmaktan iyice çukurlaşmamış basamağı, basamağın kendi açısından kuru ve yavan çatılmış bir tahta parçasıdır yalnız.

60) Dünyadan el çeken, bütün insanları sevmeden yapamaz; çünkü onların dünyasından da el çekmektedir; dolayısıyla, gerçek insan varlığının iç yüzünü sezmeye başlar; bu varlık da sevilmez ne yapılır. Ancak, bu sevmenin bir ön koşulu vardır: Sevilenin dengi olmak.

61) Dünyada hemcinsini seven, dünyada kendisini seven biri gibidir; tıpkı kendisini seven biri gibi haksız bir davranışta bulunur. İnsan hemcinsini sevebilir mi? bu da sorulabilir kuşkusuz.

62) Manevî dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği, umudumuzu elimizden alıp onun yerine bize bir kesinlik bağışlamaktadır.

63) Sanatımız, Gerçek'le gözümüzün kamaşmasıdır; geri geri kaçan maskara suratlara vurmuş ışıktır Gerçek, ondan başkası Gerçek diye nitelenemez.

64/65) Cennetten kovulma, ana parçası bakımından ebedidir. Yani kovulma kesin, yeryüzünde yaşama kaçınılmazdır; ama olayın ebediliği (ya da zaman açısından yinelenişi) yalnız bizim sürekli cennette kalabileceğimizi değil, yeryüzünde ister bunun farkında olalım, ister olmayalım, şimdi de sürekli cennette bulunduğumuzu gösterir.

66) O, yeryüzünün özgür ve güvenlik içinde bir vatandaşıdır; çünkü yeterince uzun bir zincire vurulmuştur; zincir öylesine uzundur ki, bütün dünyevî mekânların kapısını açık tutar ona; ama beri yandan uzunluğu, hiçbir şeyin kendisini yeryüzü sınırlarından çekip öteye almasına izin vermeyecek kadardır. Ne var ki, gökyüzünün de özgür ve güvenlik içinde bir vatandaşıdır; çünkü gene uzunluk bakımından ötekinin benzeri bir zincire vurulmuştur. Yeryüzüne inmeye kalktı mı gökyüzünün tasması, gökyüzüne çıkmaya kalktı mı yeryüzünün tasması ensesinden tutup geriye çeker. Öyleyken tüm olanaklar elindedir hep ve bunu hisseder; hatta bütün bu durumu, ilk zincire vuruluşundaki bir hataya bağlamaktan kaçınır.

67) Üstelik yasak bir alanda egzersiz yapan acemi bir paten kayıcısı gibi, gerçekler ardında koşuyor.

68) Bir ev tanrısına inanmaktan daha eğlenceli ne gösterilebilir.

69) Kuramsal bakımdan tam bir mutluluk olanağı vardır: İçte bir yokedilmez'in varlığına inanmak, ama ona ulaşacağım diye çaba harcamamak.

70/71) Yokedilmez bir tek şeydir; her insan tek başına bu yokedilmezdir; beri yandan, bütün insanlarda ortak özelliktir yokedilmez; dolayısıyla, insanları birbirine bağlayan eşsiz bir bağ bulunmaktadır.

72) Aynı insanda öyle bilgiler vardır ki, birbirinden düpedüz değişikliğine karşın aynı nesneyi konu alır; dolayısıyla, buradan, insanın ister istemez pek çok özneyi de kendisinde barındırdığı sonucunu çıkarmak gerekiyor.

73) Kendi sofrasından dökülen artıkları yiyip kısa süre için herkesten tok bulunmakta, ama sofradan yemek yemesini de unutmaktadır; beri yandan, artıklar da tükenmektedir böylece.

74) Cennette yok edilen şey yokedilebilir idiyse, kesin bir önem taşımıyor demekti; ama yokedilemez idiyse, o zaman yanlış bir inanç içinde yaşıyoruz demektir.

75) İnsanlığı kendine mihenk taşı yap; şüphe edeni şüpheye, inananı inanca götürür bu taş.

76) «Demirleyeceğim yer burası değil» duygusu ve bu duygusuyla birlikte hemen kabarıp coşan ve insanı taşıyan dalgaların çevrede hissedilişi.

Ansızın değişim. Usulcacık sorunun çevresinde dolanıyor cevap, tetikte, ürkek, umutlu; arayan bakışlarını sorunun yanına varılmaz çehresinde karamsar gezdiriyor; en saçma (yani cevaptan alabildiğine uzaklaşan) yollarda soruyu izlemeye çalışıyor.

77) İnsanlarla düşüp kalkmak, insanı ayartıp kendini gözlemlemeye götürür.

78) Us, ancak bir destek olmaktan çıkınca özgürlüğe kavuşur.

79) Şehevî sevgi, insanı yanıltıp ilâhi sevgiden uzak tutuyor; hani tek başına becereceği bir şey değil bu; ama ilâhi sevgi öğesini bilmeyerek içinde taşıdığından, üstesinden gelebiliyor bunun.

80) Doğru bölünmez, bu yüzden kendini bilip tanıyamaz; Doğruyu tanımak isteyenin Yalan olması gerekir.

81) Hiç kimse sonunda kendisine zararı dokunacak bir şeyi isteyemez. Yine de durum kimi insanda böyleymiş gibi görünüyorsa - belki herkeste var bu görünüm - nedeni, o insanın içindeki iki ayrı kişiden birinin bir istekte bulunması ve söz konusu isteğin o kişiye yararı dokunmasına karşın, istek konusunda karara varılırken yan buçuk düşüncesine başvurulan ötekisine zarar vermesidir. İnsan ancak karar sırasında değil, daha işin başında içindeki ikinci kişinin tarafını tuttu mu, ilk kişi ve onunla beraber söz konusu istek silinip giderdi ortadan.

82) Niçin ilk Günah'tan* ötürü yakınıp dururuz? ilk Günah yüzünden değil, yaşam ağacından ötürü, bu ağacın meyvesinden yemeyelim diye cennetten kovulduk.

83) Yalnız bilme ağacının* meyvesinden yediğimiz için değil, aynı zamanda yaşam ağacının meyvesinden henüz yemediğimiz için günahkâr duruma düştük. Günahkârlığımız, içinde bulunduğumuz durumdan kaynaklanıyor, İlk Günah'tan değil.

84) Cennette yaşamak için yaradılmıştık, cennet hizmetimize verilmişti. Sonra yazgımız değiştirildi; cennetin yazgısında da değişikliğe gidildi mi, orası belli değil.

85) Kötü, belli geçiş durumlarında insan bilincinin saçtığı ışındır. Aslında gerçek olmayıp görünürde varolan maddi dünya değil, ondaki Kötü'dür; ne var ki, bu Kötü, gözlerimiz için maddi dünyayı oluşturur.

86) İlk günah'tan bu yana İyi ve Kötü'yü ayırt etme yeteneğimiz birbirimizinkine denk durumdadır; yine de önemli üstünlüğümüzü özellikle burada ararız hep. Ama ancak İyi ve Kötü'nün ötesinde insanlar arasında gerçek farklılık başlar. Bunun karşıtı görünüm, şu nedenden kaynaklanıyor: Kimse tek başına bilmekle yetinemez, aynı zamanda bilgisine uygun davranmak zorundadır. Gelgeldim, bunun için gereken güç, yaradılıştan ona verilmiş değildir; dolayısıyla, kendisini yoketmek zorundadır, söz konusu gücü ele geçiremeyeceği tehlikesine karşın kendini uzak tutamaz bundan, bu son girişimden başka yapacağı şey de kalmamıştır. (Bilme ağacının meyvesinden yeme yasağının çiğnenmesine karşı ölümle tehditte saklı yatan anlam işte budur; belki eceliyle ölümün başlangıçtaki anlamı da bundan başkası değildi.) Ne var ki, kendini yoketme girişiminden de insanoğlu korkmakta, böyle bir şeye kalkışmaktansa, İyi ve Kötü'yü ayırt etme yeteneğinden başlangıçtaki gibi yoksun kalmayı yeğlemektedir. (İlk Günah deyimi de, ilgili korkuya dayanıyor); ama olmuş bir şey olmamış duruma getirilemez, yalnız bir belirsizlik içerisine itilebilir. Bu amaç için birtakım nedenler uydurulup öne sürülür. Tüm dünya böylesi nedenlerle doludur, hatta gözle görülen bütün bu dünya, belki bir an için dinlenmek isteyen insanın başvurduğu nedenden başka bir şey değildir. Bilme olgusunu bozma, bilmeyi amaca dönüştürme yolunda bir girişim.

87) Giyotin gibi bir inanç; o kadar ağır, o kadar hafif.

88) Örneğin sınıfın duvarında asılı İskender Savaşı tablosu* gibi karşımızda duruyor ölüm. Yapılması gereken, daha bu yaşamda eylemlerimizle tabloyu karanlığa gömmek, hatta ortadan silip atmaktır.

89) İnsan özgür irade sahibidir, hem de üç bakımdan. Birincisi: Bu yaşamı istediği zaman özgürdü; kuşkusuz bu isteğini geri alamaz artık, çünkü onu duyduğu zamanki insan olmaktan çıkmıştır; aynı insan olduğunu gösteren tek şey, bir zamanki isteğini yaşayarak gerçekleştirmekte oluşudur. İkincisi: Bu yaşamdaki yürüyüş biçimini ve izleyeceği yolu seçebilme bakımından özgürdür.
Üçüncüsü : Günün birinde yine varolacak kişi kimliğiyle her ne pahasına olursa olsun bu yaşamı yaşamak, böylece kendisini kendi kendine kavuşturmak istemesi bakımından özgürdür; kendisini kendi kendine kavuşturması, bir seçme sonucu belirlenecek olmasına karşın yaşamın hiçbir noktasına dokunmadan geçemeyecek kadar labirent biçiminde bir yoldan gerçekleşecektir.
İşte bu üç bakımdan özgürdür irade. Ama üçü de aynı zamanda var olduğundan, hepsi birdir bunların; doğrusu öylesine birdir ki, ne özgür, ne özgür olmayan bir iradeye yer vardır.

90) İki olanak: Kendini sonsuz küçültmek ya da sonsuz küçük olmak, ikincisi mükemmellik, yani eylemsizliktir; birincisi başlangıç, yani eylemdir.

91) Sözcüklerin yol açtığı bir yanılgıdan kurtuluş: Eylem yoluyla yok edilebilecek şeyin, daha önce elde sımsıkı tutulmuş olması gerekir: Ufalanıp dökülen şey ufalanıp dökülür, ama yok edilemez.

92) Puta ilk tapınmanın nedeni, kuşkusuz nesnelere karşı duyulan korku, dolayısıyla nesnelerin gerekliliğinden korku, dolayısıyla nesnelere karşı sorumluluktan korkuydu. Öylesine muazzam bir sorumluluktu ki, onu insan dışında bir tek varlığın omzuna yüklemek göze alınamadı; çünkü insan dışında bir tek varlığın aracılığı bile insanın sorumluluğunda yeterince hafiflik sağlamayacak, yalnız tek bir varlıkla ilişkisi, gereğinden fazla sorumluluğu insanın bir yük gibi sırtında taşımasına yol açacaktı. Dolayısıyla, her nesne kendinden sorumlu kılındı, hatta daha da ileri gidilerek nesneler insanlardan az çok sorumlu tutuldu.

93) Son kez psikoloji!

94) Yaşamanın başlangıcında iki ödev: Çevreyi gittikçe daraltmak ve kendini bu çevre dışında bir yerde saklı tutup tutmadığını aralıksız denetlemek.

95) Kötü, elde bazen bir araç gibidir; Kötü olduğu bilinsin ya da bilinmesin, istenildiği an kaldırılıp bir kenara konulmasına ses çıkarmaz.

96) Bu yaşamdaki hazlar, yaşamın kendi hazları değil, bizim daha yüce bir yaşam aşamasına yükselmekten duyduğumuz korkudur; bu yaşamdaki eza ve cefalar, yaşamın kendi eza ve cefaları değil, söz konusu korkudan ötürü bizim kendi kendimize reva gördüğümüz eza ve cefalardır.

97) Yalnız burada ıstırap ıstıraptır. Hani bu demek değildir ki, burada ıstırap çekenler bir başka yerde çektikleri ıstıraptan ötürü yüceltilecektir; bunun anlamı, bu dünyada ıstırap denen şeyin bir başka dünyada değişmeyip yalnız karşıtından bağımsız kılınacağı ve mutluluğa dönüşeceğidir.

98) Evrenin sonsuz genişlik ve zenginlikte tasarlanması, zahmetli bir yaratışla özgür bir içe bakışın alabildiğine aşırılığa vardırılmış alaşımının sonucudur.

99) Ebedî yaşamın bir vakit sürdürüldüğüne ilişkin olup zamana bağımlılığımızı haklı gösteren en güçsüz inanış bile, günahkârlık içinde yaşadığımıza ilişkin şimdiki en amansız inançtan ne kadar daha iç karartıcıdır. Ancak, saflığı içinde ikincisini tümüyle içeren birinci inanışa katlanma gücüdür ki, inancın ölçüsünü oluşturur. Bazıları ilk büyük Aldatış'ın dışında her durumda kendileri için küçük çapta özel bir aldatışın düzenlendiği, örneğin sahnede bir sevi oyunu canlandırılıyorsa, oyuncu kadının, oyundaki sevgilisine yapmacık gülümsemesinin yanı sıra, üst galerideki belli bir seyirciye gayet sinsi gülümsediği kanısındadır.

100) Şeytansal'ı konu alan bir bilim olabilir, ama şeytansal inancı, hayır; çünkü ortada görünenden çok şeytansal yoktur.

101) Günah her vakit açıktan açığa gelir ve duyularla algılanabilir hemen. Kökleri üzerinde yürür, tanınmak için yerden İp çıkarılması gerekmez.

102) Çevremizdeki acıları bizim de çekmemiz gerekmektedir. Hepimizin ortak bir vücudu yoktur, ama ortak bir büyümesi vardır; bu ise, şu ya da bu biçimde acılar içinden çekip götürür bizi. Nasıl ki çocuk belli bir gelişim sonucu yaşamın tüm evrelerinden geçer (her evre de, istek ve korku bakımından bir önceki için erişilmez görünür aslında), yaşlanır ve sonunda ölürse, biz de bunun gibi (insanlıkla aramızdaki bağ, kendimizle aramızdaki bağdan güçsüz değildir) yaşadığımız dünyanın tüm acılarından geçerek gelişiriz. Bu konuda adalete yer yoktur, acılardan ürkmeye ya da acıları üstünlük diye yorumlamaya yer yoktur.

103) Dünyanın acılarından geride tutabilirsin kendini, bu özgürlük sana verilmiştir ve senin doğan'a aykırı yanı yoktur; ama kaçınabileceğin tek acı varsa, o da işte belki kendini bu geride tutuştur.

105) Bu dünyanın ayartmada yararlandığı araç ve salt bir geçiş dönemi oluşturduğuna ilişkin güvence aynı şeydir. Böyle olması da gerekiyor, çünkü dünya ancak böyle bir yoldan yaratabilir bizi ve bu da gerçeğe uygun düşer. Ama işin berbat yanı, ayartı başarıya ulaşınca güvenceyi unutmamız, dolayısıyla İyi'nin bizi kandırıp Kötü'nün kucağına itmesi, kadının bakışıyla bizi cezbederek yatağına çekip almasıdır.

106) Umutsuzluk içinde kıvranan yalnız kimse de içinde olmak üzere, alçak gönüllülük, insanla hemcinsi arasında en güçlü ilişkiyi sağlar, hem de o saat; yeter ki katıksız bir nitelik taşısın ve süreklilik göstersin. Böyle bir şeyi başarabilmesi de gerçek tapınma dili, beri yandan tapınmanın kendisi olması ve alabildiğine sıkı bir bağ oluşturmasıdır. Tapınmayla ilişki, insanın kendi kendisiyle ilişkisi, çabayla ilişkisi, insanın hemcinsiyle ilişkisidir; tapınmadan çaba gösterme gücü sağlanır.

* Zaten aldatmacadan başka ne görebilirsin çevrende. Aldatmaca bir kez yok edilsin, hiçbir bakışına artık izin verilmez, yoksa bir tuz sütununa dönüşürsün.

107) Herkes A'ya karşı pek nazik; nasıl ki şahane bir bilardo masası iyi oyunculardan bile titizlikle saklanır, derken o büyük oyuncu çıkagelir, masayı enine boyuna inceler, gözden geçirir, oyunda vaktinden önce işlenecek bir hataya göz yummaz, ama birden kendisi oynamaya başlar, alabildiğine küstahlığa saparak yapmadığını koymaz, işte böyle birine davranılır gibi tıpkı.

108) «Ama sonra hiçbir şey olmamış gibi işine döndü.» Belki hiçbirinde geçmezken bir sürü eski anlatıdan aşinası bulunduğumuz sözlerdir bunlar.

109) «Yeteri kadar inançtan yoksunluğumuz söylenemez. Salt yaşıyor olmamız, inanç değeri bakımından asla tüketilecek gibi değildir.» Neresindeymiş bunun inanç değeri? Yaşamamak elde değil ki! - «İşte inancın insanı çıldırtacak kadar zengin gücü, bu elde değil ki'de saklı yatar, bu olumsuzlamada açığa vurur kendini.»

Evden çıkıp gitmen gereksiz. Masa başında otur. Kulak kabart, kulak kabartmasan da olur, bekle yalnız. Hatta onu da yapmayıp hiç ses etme, yalnızlık içinde kal. Maskesini düşüresin diye dünya kendini sunacaktır sana; çünkü başka türlüsü elinden gelmeyecek, cezbeye kapılmış bir halde önünde kıvranıp duracaktır.

Franz Kafka/Taşrada Düğün Hazırlıkları...

Yıldızlar :

18) Tevrat'ın Yaradılış (Tekvin) bölümünde anlatıldığına göre, çok eskiden henüz birlik ve beraberlik içinde yasayan insanlar, ucu gökyüzüne erişecek bir kule yapmaya karar verir, ama Tanrı onların gurur ve kibir taşan tasarılarının gerçekleşmesini önler. (Ç.N.)

31) Bütünle karşıtlık içinde. (Ç.N.)

40) Almanca karşılığı olan Das Jüngste Gericht sözcük sözcük çevrildiğinde En Yakın Mahkeme anlamına gelir. Hz. İsa zamanındaki ilk Hıristiyanlar bunu kendileri yaşarken göreceklerine inanırlardı. (Ç.N.)

82) Hıristiyan öğretisine göre, Adem ile Havva'nın, Tanrı tarafından yemeleri yasaklanmış ağacın meyvesinden yiyerek işledikleri günah. (Ç.N.)

83) Meyvelerinden yemeleri Adem ile Havva'ya yasaklanan, ama Tevrat'taki anlatıma göre yı lanın ayartısına kapılarak önce Havva'nın, sonra Adem'in meyvelerinden yiyerek cennetten kovuldukları ağaç. (Ç.N.)

88) Eritrealı Philoxenos tarafından yapılıp, Büyük İskender'in Pers kralı Dara'ya.uy kazandığı zaferi anlatan tablo. (Ç.N.)

Share/Save/Bookmark