Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Taşrada Düğün Hazırlıkları...


'Çizdiğin tablo iç karartıcı, ama yalnızca temel yanılgılarına kaynaklık ettiği çözümleme açısından. Hani öyle ki, insan kendi kendisini ortadan kaldırabiliyor, arka üstü yıkılıyor, sonra yine doğruluyor; ama beri yandan, çok daha büyük bir gerçeklikle hiç böyle değil durum; her şeye karşın insan tek bir şeydir, yani devinimde dinginlik, dinginlikte devinimdir; bunların ikisi de her kişide birleşiyor; yine her kişide birleşimin birleşimiyle karşılaşılıyor ve böylece sürüp gidiyor bu, ta ki gerçek yaşama gelip dayansın....Ancak benim tabloda seninki gibi yanlış, belki seninkinden daha yanıltıcıdır. Olduğumuz yerden yaşama götürecek bir yol yoktur çünkü; oysa yaşamdan buraya gelmemizi sağlayan bir yolun varlığı gerekiyor. İşte yolumuzu bu kadar şaşırmış durumdayız...'

Defterlere ve Tek Kağıtlara Yazılmış Fragmanlar'dan Kesitler...

* Çocuklar kadar çok devrimler gerçekleştirmek isteyen kimse yoktur...

* Gerçekte ele geçirilen yalnızca kısa süreli bir soytarılıktır ve ardından gözyaşları izler bunu...

* Eylemden önce ya da sonra etkili itiraflarda bulunma olanağı vardır... Eylem, kendi dışında hiçbir şeyin varlığına izin vermez; masanın üzerindeki parayı toparlayan el için söz ve pişmanlıkla bir kurtuluş sağlanamaz. Bunun için ya eylem, yan elin kendisi yok edilecektir, ya da cimrilik...

* Ölebilir, ama acılara katlanamazdım; acılardan kaçış girişimleriyle onları düpedüz arttırıyordum; ölüme rıza gösterebilir, ama ıstıraba boyun eğemezdim; ruhsal devinim diye bir şey bulunmuyordu bende; nasıl tüm denkler hazırlanır, bin bir zahmetle bağlanmış ipler boyuna yeniden gerilip sıkılır, ancak yolculuğa bir türlü çıkılamaz, onun gibi tıpkı. En kötüsü, öldürücülükten uzak acılardır...

* Bana giz diye emanet edilmiş tek şey var ki, o da konuşan ses; ötesi giz falan değil, saman çöpü; iş görülürken dört bir yana uçuşan, açığa vurabilen ve vurulması için merhamet dilenen şeydir; çünkü kendisine yaşam bağışlayan nesnenin uçup gitmesiyle öksüz kalakalmıştır, sessiz durabilme gücünden yoksun bulunur...

* Ölmekten başka istek tanımayan, belki bu isteği bile duymayan, tersine ölümün kendilerine istek duyduğu, onların da canlarını ölümün eline teslim ettiği, belki bunu bile yapmayarak kıyıdaki kumlara bir daha hiç doğrulup kalkamamacasına yığılıp kaldığı anlatılan ilkelere çok benziyorum; dört bir yanımda da kendi kabilimden insanlar dikiliyor. Gelgelelim, bu ülkelerde öylesine bir karışıklık var ki, itişip kakışma gece gündüz bir dalga gibi kabarıp alçalıyor ve soydaşlarım kendilerini bu kabarıp alçalmaların kollarına bırakıyorlar...

* Sizi görmek, cevaplarını işitmekten daha önemli...

* Özgürsün, onun için mahvoldun...

* Çokluk böyledir, beni düşman gibi görür; ama çaresizliğe kapılmıştır işte, suskun gözlerle beni süzdü mü, bana karşı düşmanlığına bir neden bulup söylememi bekler gibidir...

* İnsan harabelerin oraya tırmandı da, kalıntıları gözden geçirdi mi, bulup bulacağı birkaç temel duvar, en yükseği adam boyuna ulaşmayan duvarlardır...

* Topallayan insanların, doğru dürüst yürüyenlere göre kendilerini uçmaya daha yakın sanmaları...

* Bir kez daha, bir kez daha uzaklara sürgün, uzaklara sürgün. Yola düşüp dağları, çölleri, geniş toprakları aşmak gerekiyor...

* Söyle bakalım, öbür dünyada nasılsın?...

Öbür dünyadaki durumumla ilgili bu soruyu, geleneğin dışına çıkarak bir açıklık ve yan tutmazlıkla cevaplandıracağım. Halimden memnunum, çünkü eskisinden değişik olarak büyük bir topluluk arasında çok yönlü ilişkiler içindeyim. Benimle düşüp kalkmaya can atan kalabalığa, bilgi ve cevaplarımla yetebiliyorum... Hiç değilse bu kalabalık, dönüp dolaşıp ilk defa ki gibi bir coşkuyla bana koşuyor. Ve ben yineleyip duruyorum kendilerine: Gelin, beni her vakit hazır bulacaksınız. Neyi anlamak istediğinizi bilmiyorum bazen, ama belki öğrenmem hiç gerekli değil. Benim varlığım önemli sizin için, dolayısıyla sözlerime de önem veriyorsunuz, çünkü varlığımı pekiştiriyor hepsi. Sanırım bu görüşlerimde de, sorduklarınızı sere serpe cevaplandırıyor, böyle yapmakla da sizi memnun ettiğimi umuyorum...

* İtirazlarımı kabul ettiremiyor, kendime bile bunları açıklayamıyorsam, nedeni, yalnız söz ve düşüncelerimde kendini belli edip ayık durumda yaşanan bir çeşit baygınlık nöbetleridir...

* Bir masal anlatıldı mı, insan kendisinin yabancı güçlerin eline bırakıldığını ve normal yargı organlarının aradan çıkarıldığını anlar...

İlgili konuda, psikanalizden öte söyleyecek sözü olmayan kimsenin işe karışmaması gerekir...

* Balzac'ın bastonuna tutunuş : Tüm engelleri kırıp atıyorum...
Kendi bastonuma tutunuş : Tüm engeller beni kırıp atıyor...
Her iki cümlede ortak nesne 'tüm' sözcüğüdür...

* İtiraf, hiçbir koşul tanımayan itiraf, trak diye açılan kapı, o ana kadar yalnızca bulanık yansısı dışarı vuran bir dünyayla karşılaşma...

* Dünyada korkunun, hüzün ve ıssızlığın varlığını anlıyor, ama ancak bunların yüzeyde gezinen silik ve genel duygular olmasından kaynaklanıyor anlayışı. Öbür bütün duyguları ise yadsıyor; bizim duygu gözüyle baktığımız, kendisince görünüşten, masaldan, yaşantı ve belleğin bir aynadaki yansımasından başka şey değil...

Gerçek olaylara duygularımızla asla erişemediğimiz ya da onları geride bırakıp ileri geçemediğimize göre, başka nasıl olur ki diyor. Biz, ilgili olayları, onların akıl almaz bir hızla önümüzden geçip gitmesinden önce ya da sonra algılarız. Salt bize göre düşsü uyduruculardır hepsi. Biz, bir gece yarısı sessizliğinde yaşar, doğuya ya da batıya dönerek güneşin doğuşunu ya da batışını algılarız...

* Yaşam gücünün azlığı, eğitimdeki yanlış adımlar ve bekarlık insanı şüpheci yapar, ama ille değil; şüpheciliklerini kurtarmak için kimi şüpheciler evlenir, hiç değilse düşünsel evliliğe başvurur ve inanan kimseler olup çıkarlar...

* Serinkanlılığını korumak; tutkunun istediği şeyden çok uzak durmak; akıntıyı tanımak, dolayısıyla akıntıya karşı yüzmek, kendini bir şeye taşıtmanın hazzıyla akıntıya karşı yüzmek...

* Sanki bir ağaç yaprağı altında yatar gibi, her amacın gerisinde sinmiş yatıyor hastalık. Kendisini görmek için eğilip bakayım dedin mi, fırlayıp kalkıyor, cılız ve suskun bir hınzırlık örneği; ezilip ufalanmak değil, senin tarafından döllendirilmek istiyor...

* Yaşayarak ölünür, ölerek yaşanır...

* Yol değil, yalnız bir hedef var. Yol dediğimiz duraksamadır...

* Küçük budala, vaktinden önce gücünü harcayıp tüketme, savaş yeni başlayacak...

* Köprü işi gören kırık dökük bir kalas üzerinde parmak uçlarına basarak yürümek, ayaklarının altında bir şey bulunmamak, üzerinde yürünecek toprağı ayaklarla ilkin bir araya kürelemek, altındaki suya yansıyan hayalinden başka şeyin üzerinde yürümemek, ayaklarla dünyayı bir arada tutmak, bu çabanın üstesinden gelebilmek için ellerini boşlukta sımsıkı birbirine geçirmek, doğrusu çetin bir iş...

* Uzun boylu açıklamalara kalkmak, kendisini adeta aramıza almak olur...
* İnsanın temel güçsüzlüğünü oluşturan, zafer kazanamayışı değil, kazandığı zaferden yararlanamayışıdır...

* Aldatış bir kez yok edildi mi, hiçbir yere bakamaz olur, bir tuz sütununa dönüşürsün...

* Bir yol çember içine girildi mi, bir daha pek çıkılamıyor dışarı...

* Bir şeyi görebilmek için, önce aramak gerekir...

* Yaşama lanet okuyanlara, dolayısıyla doğmamış olmayı ya da yaşama sırt çevirmeyi aldatıcı yanı bulunmayan eşsiz ve biricik mutluluk gözüyle görenlere hak vermek gerekiyor; çünkü yaşam üzerindeki yargı...

* Dalgaların bir su damlasını kaldırıp kıyıya atması, denizdeki ezeli dalgalanma olayını engellemez; hatta denizdeki dalgalanma, kıyıya atılan damlaya borçludur varlığını...

* Daha aşağılara inmem gerektiğini söylüyorsun, ama zaten pek aşağılardayım. Ve istenirse hay hay burada da kalırım. Ne biçim yer burası! Kim bilir, belki en dibe indim, ondan ötesi yoktur. Bulunduğum yerde de kalırım; ne var ki, beni daha aşağılara inmeye zorlama...

* Eski günah çıkarma koltuğunda. Onun ne tür tesellide, karşısındakinin ne türlü itirafta bulunacağını biliyorum. Küçük şeyler hepsi, yabancı gözlerden gizli saklı sürdürülen alış verişler, sabahtan akşama dek süren günlük curcuna...

* Susmak, mutluluk için yalnız yeterli değil, ona götüren tek yoldur...

* Boyuna ölümün sözünü ediyor, ama ölmüyorsun...
Hayır öleceğim. Şu kapanış şarkımı söyleyeyim de. Kimininde şarkısı uzun, kiminin kısadır. Ama aradaki ayrım üç, beş sözcükten öteye geçmez...

* Yaşam, sürekli oyalayıştır; öyle bir oyalayış ki, neyi dikkatten kaçırdığını düşünüp anlamaya bile fırsat vermez...

* En doymak bilmez kişiler, bazı riyazat ehlidir; yaşamın tüm kesimlerinde açlık grevi yapar, ama bu davranışlarıyla aşağıdaki amaçlara ulaşmak isterler :

1- Bir ses şöyle diyecektir kendilerine : Yeteri kadar aç kaldın, sen de başkaları gibi yiyip içebilirsin artık, yediklerin yemek olarak hesabına geçirilmeyecektir...

2- Beri yandan aynı ses şöyle diyecektir : O kadar uzun süre kendini zorlayıp aç ve susuz kaldın ki, artık sevinerek oruç tutabilirsin, sana yemekten daha tatlı gelecektir oruç (ancak gerçekten yemek de yiyebilirsin bu arada)

3- Beri yandan aynı ses şöyle diyecektir : Dünyayı alt ettin, artık yeme içme ve oruç tutma yükümlülüğünden kurtarıyorum seni (ama aynı zamanda hem oruç tutacak, hem yiyip içeceksin)

Bunlardan ayrı, kendileriyle öteden beri aralıksız konuşup duran bir ses şöyle diyecektir: Tüm gereklerine uyarak oruç tuttuğun yok gerçi; ama iyi niyetlisin, bu da yeter...

* Anlamadığını söylüyorsun. Hastalık de, anlamaya çalış. Sözde psikanalizin gün ışığına çıkardığı bir sürü hastalık belirtisinden biri. Ben hastalık demiyorum buna ve psikanalizin tedavi yönteminde ağır bir yanılgı buluyorum. Ne denli iç karartıcı görünürse görünürsün, bütün bu sözde hastalıklar inanç olgularıdır, dara düşmüş insanın rasgele ele geçirdiği anaç bir toprakta demir atmalarıdır...

* Gerçek zemine oturan söz konusu demir atmalar, tek tek insanların sonradan elde ettiği şeyler değil, insan yaradılışında tasarı halinde varolup sonradan onun doğasını (ayrıca vücudunu) tasarı yönünde değiştiren özlerdir...

* Bakıp görmesini bilen, soru sormaz...

* Başını toslayıp bir delik açacaksın duvarda. Duvarı delmek güç değil, çünkü ince kağıttan. Güç olan , kağıt üstüne çizilmiş olup duvarı deldiğini gösteren resme bakarak yanılgıdan kendini alıkoymandır. Bu resim, seni ayartıp şu sözleri sana söyletebilir: 'Zaten duvarı sürekli delip durmuyor musun?..'

* Başını yana eğdi, açığa çıkan boyunda bir yara görüldü, yanan kan ve ette fokur fokur kaynayan bir yara, düşmesi hala sona ermemiş bir yıldırımın açtığı yara...

* Bir yandan insanlığın kendini bildi bileli söz denizinde yüzmesi, öte yandan ancak yalan söylenmek istendiğinde bir konuşma olanağının varlığı, yaşam çemberinin büyüklüğünü ortaya koyuyor...

* İtiraf ve yalan aynı şeydir. İtirafta bulunabilmek için yalan söylenir. İnsan ne ise onu açığa vuramaz, çünkü o şeyin kendisidir; ne değilse onu dile getirebilir yalnız. Ancak koroda belli bir gerçek saklı yatabilir...

* Öğrenciler için okul, geçitten başka bir şey değildir...

* Sağlam bir çekicim var, ama bir türlü yararlanamıyorum kendisinden, çünkü sapı kor gibi yanıyor...

* Pek çok kişi ağır ağır çevresini dolanır Tur'u Sina'nın. Sözleri açıklıktan yoksundur, ya gevezelik eder, ya bağırıp çağırır ya da içlerine kapanırlar... Ama hiçbiri dolambaçsız yolu izlemez, adımlarını büyültüp çabuklaştıran yeni, geniş ve engebesiz şoseyi tutarak dağdan inmez aşağı...

* Kendisini bir heykel yaptığını sanıyordu; ama dik kafalığından, ondan da çok çaresizliğinden elindeki keskiyi hep aynı çentiğe indirip durmuştu...

* Manevi bir çöl. Senin geçmiş ve gelecek günlerine ait kervanların cesetleri...

* Hiçbir şey, yalnız görüntü, başka hiçbir şey, tam bir unutuş...

* Küçük vaha su dışında bir şey sağlamıyordu, büyük vahalarsa fersahlarca uzaklardaydı...

* Hangi kervan en güçlüyse kervansarayda onun borusu ötüyor...

* Kulisler arasında bir yaşam. Ortalık aydınlık, açıkta bir sabah, derken hemen çöküyor karanlık, akşam çoktan başlamıştır. Öyle pek karmaşık bir aldatmaca değil hani; ama sahnede bulunulduğu süre boyun eğilmesi gerekiyor. Tek bir kaçış yolu var, arka plana doğru ilerleyecek, fon perdesini kesip ikiye ayıracak, üzerine çizilmiş gökyüzü parçalarının içinden geçip kimi eski dekorların üzerinden atlayarak kendini gerçek, dar, karanlık ve nemli sokağa atacak, tiyatroya yakınlığından ötürü hala kendisine tiyatro sokağı denen, ama gerçek olan ve gerçekliğin tüm boyutlarını kendisinde barındıran sokakta soluğu alacak gücü göstermek, bir kurtuluş sağlayabilirdi ancak...

* Ayağını sımsıkı yere basar, bakışlarındaki güçlü olduğun yerde enine boyuna kök salarsan – hiçbir şey hesabını göremez senin ve kökler değil, yalnızca hedefe yönelik bakışındaki güç sağlar bunu – günün birinde arabanın çıkıp gelebileceği o değişmeyen karanlık uzağı da görebilirsin; araba teker meker yaklaşır, yaklaştıkça büyür, yanına vardığı an tüm evreni kaplayacak büyüklüğe ulaşır, sen de gece vakti fırtınalar ortasında yol alan gezi arabasının minderlerine gömülmüş bir çocuk gibi içerisine gömülüp kaybolursun...

* Bir ırmak, bir bulanık suydu; alçak ve sessiz dalgalar oluşturarak büyük, ama nasılsa uykulu ve alabildiğine düzenli bir hızla akıp gidiyordu. İyice kabarmış olduğundan, belki başka türlüsü mümkün değildi...

* Yüzünü başka yöne döndürmüştün, onun için demin sen görmeden koşup geçtim yanından...

*İnsan devcileyin bir bataklık gibidir, kendini bir esrikliğe, bir coşkuya kaptırışı genel görünümünde öyle bir değişikliğe yol açar ki, bataklığın bir köşesindeki bir yerden bir kurbağa sanki cump diye yeşil suyun içerisine atlamıştır...

* Biri çıksa da gerçek'in bir sözcük gerisinde kalsa! Oysa (bu cümleyi yazan ben de içinde olmak üzere ) herkes, yüzlerce sözcük boyu atlayıp ötelere geçiyor üzerinden...

* Demek adaleti salaklar yerine getirecek...

* 'Hepsi boşuna bunların' dedi o, 'bir kez beni görmüyorsun; oysa seninle göğüs göğüse dikiliyorum. Önünde dikildiğime, sende beni seçemediğine göre, nasıl buradan ötelere gidebilirsin?..'

* Bataklık ormanlarının göbeğine bir nöbetçi dikmiştim. Ne var ki, şu an kimseler yoktu ortada, seslenmelere cevap alamıyordum. Besbelli nöbetçi yolunu şaşırmıştı, yeni bir nöbetçi dikmem gerekiyordu. Adamın iri kemikli zinde yüzüne baktım. 'Senden önceki nöbetçi kayboldu' dedim. 'Nedendir bilmem ama, ormanın ıssızlığı nöbetçiyi ayartıp nöbet yerinden uzaklaştırıyor. Diyeceğim, iyi kolla kendini!' Adam esas duruşa geçmiş önümde dikiliyordu. Sonra şunları ekledim sözlerime : 'Ama sakınmaz, ayartılara kapılırsan, olan sana olur, bataklığa gömülüp gidersin; ben de senin yerine hemen bir başka nöbetçi dikerim. Baktım o da sözümü dinlemedi, onunda yerine bir başka nöbetçi çıkarırım ve aralıksız sürüp gider bu. Hani elime bu işten bir şey geçmese bile, bir şey de yitirmem...

* Her vakit insanı aldatan dış görünümdür; çünkü insanlar bütün olarak her şeye hemen uyduğundan ve bir yargı verirken ilk başta dış görünümü dikkate aldığından, doğrusu dünyadaki hiçbir değişikliğin algılanmaması gerekirdi...

* İnsandaki büyüklüğün tüm çıplaklığıyla kendini açığa vurduğu her yerde, yani en çok spor alanlarında ayak takımın boy göstermekte gecikmediğini, küstahça davrandığını, ciddi olarak başını kaldırıp kahramanca şöyle bir bakayım demediğini, yalnız çıkarını düşündüğünü, yalnız çıkar sağlamayı göz önünde tuttuğunu ve toplum yararına yapıldığı gerekçesiyle davranışını bağışlatmaya çalıştığını ortaya koyacaktım...

* Ne yapmaya çalışıyorsun? - Bir dehliz açacağım. Bir gelişme olmalı. Enikonu yüksekte bulunduğum yer...

* Bir saman çöpü mü? Bazıları bir kurşun kalemin çektiği çizgiye sarılarak su üstünde tutuyor kendini. Su üstünde tutuyor mu? Boğulup giderken bir kurtuluşu düşlüyor...

* Ölmeye hazır olanlar yerde yatıyordu...

* Ama önünde kendisini bekleyen ödev, ona bir belirsizlik içinde ve uçsuz bucaksız görünüyordu; varlığını içinde hissettiği, ama ortaya çıkmaları için kendilerine henüz bir çağrı yöneltilmemiş güçler gibiydi tıpkı...

* Yazmak kendini benden kaçırıyor. Öz yaşamıma ilişkin denemeler konusunda planlar hazırlayışım bu yüzden. Öz yaşam öyküsü değil hani, yalnız deneme ve elden geldiğince küçük öz yaşamsal parçacıkların saptanması. Evi sağlam olmayıp, yanı başına sağlamını kurmayı tasarlayan biri gibi, böyle bir çabadan yola koyularak kendi kendimi kurmak niyetindeyim. Kim bilir, bunun için belki eski yapıdaki malzemeyi kullanacağım. Ancak çalışmaların tam orta yerinde insanın gücü tükenip, sağlam olmamasına karşın hiç eksiği bulunmayan bir ev değil, yarı harap, yarı bitmiş bir ev, yani bir hiç doğup ortaya çıkarsa, işte o zaman kötü. Bunu izlese izlese bir cinnet izler, yani iki ev arasında Kazak dansı gibi bir şey; çizmelerinin ökçeleriyle Kazak'ın yeri eşeleyip oyduğu, oyuk büyüyüp mezara dönüşünceye kadar bu işi sürdürdüğü bir dans...

* Yürüye yürüye duvarlar boyunca ilerliyordum. Birkaç kapı vardı; ama kapılar açıldı mı, eşikten bilemedin bir karış uzakta, düz bir çizgi yaparak hem yukarı, hem sağa sola uzanıp başı sonu kestirilemez bir uzaklıkta gözden kaybolan karanlık ve kaygan bir kaya duvarlarla karşılaşıyordu. Yani bir çıkış olanağı yoktu salondan...

* Geri dönmem gerekmiyor artık, hücrem darmadağın oldu, bir devinim içindeyim, vücudumu hissediyorum...

* Yolculuk öyle uzun sürecek ki, yolda yiyecek bir şey bulamazsam zaten açlıktan ölüp gideceğim. Yani ne kadar azık olsa kurtaramaz beni...

* Yeniden dönüp gelişim doğrusu mutluluktu...

* Güzelim ve etkileyici bir numara şunu binicilik gösterisi; düşlerin atlı gezisi adını taktık kendisine, yıllar yılı seyirci önüne çıkarıp duruyoruz; icat edeni çoktan öldü, ince hastalıktan öbür dünyayı boyladı; ama biz numarayı programdan çıkarmak için hala neden görmemekteyiz. Kaldı ki, rakiplerimizin öykünemeyeceği bir numara; niçin böyle olduğu ilk bakışta anlaşılmasa bile öykünülemeyecek bir gösteri. Genellikle programının ilk bölümünüm sonuna koyuyoruz; gecenin kapanış numarası diye sunulmaya uygun değil çünkü, öyle kamaştırıcı ve paha biçilmez yanı yok. Evlerine dönüşte seyircilerin üzerinde konuşacağı bir niteliği içermiyor; kapanışta en kalın kafalıların bile aklında kalıp bütün geceyi unutulmaz kılacak bir gösterinin çıkarılması gerekir seyirci önüne, oysa binicilik gösterisi böyle bir nitelikten yoksun; ancak, işe yaradığı bir yanı varsa...

* Gözü yalnız kendisini tehdidi altında hissettiği tehlikelerde...

* O gürültülü tapınmalar kendisi için pek ürkütücü olabilir; ama nihayet gürültü kararlı bir ölçüde kalıyor ve her gün, bayram günleri biraz daha artarak, düzenli ve aralıksız yineleniyor; bu durumda, artık alışması beklenirdi; kaldı ki gürültünün, peşine düşmüş olabilecek düşmanların gürültüsü değil de, içyüzünü bir türlü kavrayamadığı bir gürültü niteliğini taşıdığını görüyor. Niye öyleyse bu korku? Çoktan geçmişe karışmış zamanların anımsanması mı? Yoksa gelecek zamanların bir önsezisi mi?. Yoksa bu hayvan, her defasında tapınmak için havrada bir araya gelen üç ayrı kuşağın insanlarından daha mı çok şey biliyor...

* Donkişot ülkesinden göç etmek zorunda kaldı; İspanya'da kendisine gülmeyen yoktu, artık burada yaşamını sürdürmesi olanaksız duruma gelmişti...

* Transaatlantiğin bir baştan öbür başa kadar uzanan en alt katı bomboş; ancak yüksekliği de bir metreyi zor buluyor buranın. Geminin yapılışı böyle bir yerin varlığını gerektiriyor. Kuşkusuz büsbütün de boş değil içerisi, sağda solda kocaman fareler dolaşıyor...

Ek ('o' Dizisine)

* Birinin kendisine yönelik tasaları, en başta bu tasaların sürekliliği, kimi zaman bir yalnızlık anında kahredici bir baş ağrılarıyla onu karşı karşıya bırakıyor...

* Sürgünde yaşıyor. Kendi temel öğelerinin oluşturduğu topluluk, özgürlük içinde dünya çevresini dolanıp duruyor. Hani odası da bu dünyada bulunduğundan, yalnız bu nedenden kimi vakit uzakta görüyor onları. Böyle durumda kendileri için nasıl sorumluluk yüklenebilir? Buna artık sorumluluk denir mi?..

* Bir sürü yargıcı var, ağaçta tüneyen bir kuş sürüsü gibi tıpkı. Sesleri birbirine karışıyor, makam ve yetki sorunları çözülemeyecek gibi iç içre girmiş. Ayrıca, makamlar sürekli el değiştiriyor. Ancak, eskiler arasından tek tük kişilere, yeniler arasından da rastlandığı oluyor. Örneğin, yenilerden biri, bir yol iyi'nin safına katılmanın yeteceğini, insanın böylece esenliğe kavuşacağını, bunun için geçmişe, hatta gelecek'e bakılmayacağı görüşündeydi. İyi'nin safına geçiş pek çetin gösterilmese, insanı besbelli kötüye ayartacak bir görüş bu. Ve çetin gösterildiği de kuşkusuz. Söz konusu yargıç, şimdiye kadar bir tek davanın bile kendi görev alanına girdiğini benimsemiş değil. Ne var ki, bir sürü aday dolaştırıyor çevresinde; sürekli konuşup duran ve hep yargıca aralıksız öykünen kişiler... Yargıcı dinliyorlar...

* Doğrulup kalkmasını belli bir ağırlık, her duruma karşı güven altında bulunduğu duygusu, kendisi için hazırlanıp kendisinin olan bir yatağın sezgisi engelliyor. Sessiz uzanıp yatmasını ise, kendisini yataktan sürüp atan bir tedirginlik önlüyor; vicdanı, boyuna çarpıp duran kalbi, ölüm korkusu ve bu korkuyu yoksama özlemi, bütün bular onu uyutmuyor, yatar yatmaz ayağa kaldırıyor yeniden. Bu iniş çıkışlı yollarda rastlantı niteliğindeki üstünkörü ve sapa gözlemler ise yaşamını oluşturuyor...

'Çizdiğin tablo iç karartıcı, ama yalnızca temel yanılgılarına kaynaklık ettiği çözümleme açısından. Hani öyle ki, insan kendi kendisini ortadan kaldırabiliyor, arka üstü yıkılıyor, sonra yine doğruluyor; ama beri yandan, çok daha büyük bir gerçeklikle hiç böyle değil durum; her şeye karşın insan tek bir şeydir, yani devinimde dinginlik, dinginlikte devinimdir; bunların ikisi de her kişide birleşiyor; yine her kişide birleşimin birleşimiyle karşılaşılıyor ve böylece sürüp gidiyor bu, ta ki gerçek yaşama gelip dayansın....Ancak benim tabloda seninki gibi yanlış, belki seninkinden daha yanıltıcıdır. Olduğumuz yerden yaşama götürecek bir yol yoktur çünkü; oysa yaşamdan buraya gelmemizi sağlayan bir yolun varlığı gerekiyor. İşte yolumuzu bu kadar şaşırmış durumdayız...'

* Ölmeye bile kucak açarız; ne var ki, her türlü geriye dönüş olanağından yoksun, diri diri tabut içine girmeye ya da Sina dağında kalamaya düşüncede bile yanaşmayız...

Franz Kafka


Not : Taşrada düğün hazırlıkları içinde Sekiz Oktav Defteri, Babama Mektup ve Fragmanları barındırıyor...

'Yayınevi Notu : Cem Yayınevi, çağımızın büyük yazarlarından Kafka'nın bütün eserlerini Kâmuran Şipal'in Türkçesiyle yayımlamaktadır. Bütün Eserler'de, 'Bir Savaşın Tasviri', 'Hikâyeler', 'Dava', 'Şato', 'Kayıp (Amerika)', 'Ottla'ya ve Ailesine Mektuplar', 'Babama Mektup', 'Günlükler' ve elinizdeki 'Taşrada Düğün Hazırlıkları' yer almaktadır.'

Share/Save/Bookmark

Biz insanlar, dağların içine gizlenmiş olanları işaretler ve dış bağlantılar sayesinde keşfediyoruz; ve otların bütün özelliklerini ve taşların içindeki her şeyi böyle buluyoruz. Denizlerin derinliklerinde ve gök kubbenin yüksekliklerinde insanın keşfedemeyeceği hiçbir şey yoktur. İçinde bulunanları insanın bakışlarından gizleyebilecek kadar büyük hiçbir dağ yoktur; bunlar insana, bağlantılı işaretler tarafından ifşa edilmektedirler...

Paracelse

Share/Save/Bookmark

Dönüşüm...

I


Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı ve başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş, kahverengi, sertleşen kısımların oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnını görüyordu; karnının tepesindeki yorgan neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunabileceği hiçbir nokta kalmamış gibiydi. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikteki çok sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içersinde, parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı.

‘Ne olmuş bana böyle?’ diye düşündü. Gördüğü düş değildi. Biraz küçük, ama normal, yani içinde insanlar yaşasın diye yapılmış olan odası, ezbere bildiği dört duvarın arasında eskiden nasılsa, şimdi de yine öyleydi. Üstünde paketten çıkarılmış kumaş örneklerinin –Samsa’nın uğraşı pazarlamacılıktı- yayılı olduğu masanın üzerinde, kısa süre önce resimli bir dergiden kesip, altın yaldızlı güzel bir çerçeveye geçirmiş olduğu bir resim asılıydı. Kürk şapkalı ve kürk atkılı bir kadın vardı resimde; kadın, kollarının dirsekten aşağı kalan kısımlarını tümüyle içine alan ağır bir kürk manşonu, dimdik oturduğu yerden izleyiciye doğru kaldırır gibiydi.

Gregor daha sonra bakışlarını pencereye yöneltti ve kasvetli hava yüzünden –yağmur damlalarının pencerenin çinko pervazına çarptığı duyuluyordu- içini büyük bir hüzün kapladı. ‘Biraz daha uyusam ve bütün bu saçmalıkları unutsam, nasıl olur,’ diye düşündü, gelgelelim bunu gerçekleştirmesi tümüyle olanaksızdı, çünkü Gregor Samsa sağ yanına yatıp uyumaya alışkındı, oysa o andaki durumu kendini böyle bir konuma getirmesine izin vermiyordu. Sağına dönmek için ne denli güç harcarsa harcasın, yine sırtüstü konumuna geri dönüyordu. Başarmayı belki yüz kez denedi, çırpınan bacaklarını görmemek için gözlerini kapattı ve ancak yan tarafında o ana değin yabancısı olduğu, hafif, derinden gelen bir acı duymaya başladıktan sonradır ki, çabalamayı kesti.

‘Aman Tanrım,’ diye düşündü,’ ne kadar da yorucu bir uğraş seçmişim meğer!’ Günlerim hep yolculuk etmekle geçiyor. İşin bu yanı, mağazadaki asıl masabaşı işine oranla çok daha yıpratıcı, üstelik benim için bir de yolculuğun aktarma trenlerin peşinden koşmak, düzensiz ve kötü yemeklere yargılı olmak, insanlarla sürekli değişen, asla süreklilik kazanamayan, hep içtenlikten uzak ilişkiler kurmak zorunluluğu gibi sıkıntıları da var. Şeytan alsın bütün bunları! Karnının üstünde hafif bir kaşıntı duyumsadı; başını daha iyi kaldırabilmek için, sırtüstü konumda ağır ağır yatağın başucuna doğru süründü; kaşınan yeri buldu; burada ne olduğunu anlayamadığı bir sürü küçük ve beyaz nokta vardı; ayaklarından birini oraya dokundurmak istediyse de, hemen geri çekti, çünkü değmesiyle birlikte her yanını bir titreme nöbeti kaplamıştı.

Yine eski konumuna kaydı . ‘ Bu erken kalkma yok mu,’ diye düşündü, insanı aptala çeviriyor. İnsanın uykusunu alması gerekir. Başka pazarlamacılar harem kadınları gibi yaşıyorlar. Örneğin ben aldığım siparişleri firmaya iletmek üzere öğlenden önce otele döndüğümde, ötekiler daha kahvaltıda oluyorlar. Ben patronuma böyle bir şey yapmaya kalkışsam, hemen o anda kapı dışarı edilirim.

Ama kimbilir, belki de çok iyi olurdu böyle bir şey benim için. Annemle babam yüzünden kendimi tutuyor olmasaydım eğer, işimden çoktan ayrılırdım, patrona çıkar ve ne düşündüğümü olduğu gibi söylerdim. O zaman kürsüsünden düşerdi herhalde! Üstelik kürsüye oturup çalışanlarla öyle, yani yüksekten konuşmakta başlı başına tuhaf bir davranış, hele kendisiyle konuşulan görevlinin, patronun kulağının ağır işitmesi nedeniyle kürsüye iyice yaklaşmak zorunda olduğu da göz önünde tutulursa. Öte yandan, henüz tüm ümitlerin yitirilmiş olduğu da söylenemez; annemle babamın patrona olan borçlarını ödemeye yetecek olan parayı bir kez biriktirdim mi – ki daha beş, altı yıl sürebilir bu - , o zaman mutlaka yapacağım düşündüğümü. İşi kökünden bitireceğim. Ama şimdilik yataktan çıkmak zorundayım, çünkü trenim saat beşte kalkıyor.

Ve gece masasının üstünde işlemekte olan saate baktı. ‘ Aman Tanrım !’ diye düşündü. Saat altı buçuktu ve akreple yelkovanın ilerleyişi sürmekteydi, saat buçuğu bile geçmiş, yediye çeyrek kalaya yaklaşmıştı. Yoksa çalmamış mıydı saat ? Yataktan, saatin doğru, yani dörde kurulmuş olduğu görülüyordu; hiç kuşkusuz çalmıştı da. Evet ama, çaları, eşyaları yerinden oynatacak denli güçlü olan saati duymayıp uyumayı sürdürmüş olması düşünülebilir miydi? Gerçi sakin uyumuş olduğu söylenemezdi, ama herhalde o ölçüde de derin olmuştu uykusu. Peki şimdi ne yapacaktı? Bundan sonraki tren saat yedide kalkıyordu, o trene yetişebilmek için deli gibi acele etmesi gerekirdi, üstelik kumaş örnekleri de daha sarılmamıştı ve Gregor Samsa kendini hiç de çok dinlenmiş, çok canlı duyumsamıyordu. Trene yetişse bile, patronun bir öfke nöbetine yakalanmasını önleyemezdi, çünkü onu karşılamak için saat beş trenini beklemiş olan ve mağazanın ayak işlerine bakan görevli, onun treni kaçırdığını patrona çoktan haber vermiş olmalıydı. Patronun kayıtsız şartsız uşağı olan bu adamda ne kişilik, ne de akıl vardı. Peki, hasta olduğunu söyleyip işe gitmese? Böylesi, çok nahoş ve kuşku uyandırıcı bir davranış olurdu, çünkü Gregor beş yıllık hizmeti boyunca bir kez bile hastalanmamıştı. Patron, kesinlikle yanına sigorta doktorunu da alıp gelir, annesiyle babasını oğullarının tembelliğinden ötürü suçlar ve tüm itirazları sigorta doktoruna atıfta bulunarak geçersiz kılardı; bu doktora göre dünyada yalnızca son derece sağlıklı, ama işten kaçan insanlar vardı. Ama doktor, şimdi kendisinin olayında tümüyle haksız sayılabilir miydi? Çünkü Gregor , uzun bir uykunun ardından hakikaten gereksiz bir mahmurluğun dışında, kendini çok iyi hissediyordu ve üstelik çok da büyük bir iştahı vardı. Gregor bütün bunları, yataktan çıkıp çıkmama konusunda bir karara varmaksızın, hızla kafasından geçirdiği sırada – saat yediye çeyrek kalayı vurmuştu -, yatağının başucundaki kapıya dikkatle vuruldu. “Gregor,” diye seslendi bir ses – annesiydi-, “saat yediye çeyrek var. Sen yola gitmeyecek miydin ?” O yumuşak ses ! Gregor, kendi yanıt veren sesini duyduğunda korktu, bunun eski sesi olduğu herhalde kesindi, ama bu sese alttan alta bastırılması olanaksız, acı bir ıslık da karışıyor ve bu ıslık, sözcüklerin netliklerini ancak ilk anda koruyor, hemen ardından sözcükleri karşıdakini kulaklarına inanamaz kılacak denli bozuyordu. Gregor aslında ayrıntılı yanıt vermek ve her şeyi açıklamak istiyordu, ama bu koşullar altında “Evet, evet, teşekkür ederim anne, şimdi kalkıyorum,” demekle yetindi. Aradaki ahşap kapı nedeniyle Gregor’un sesindeki değişiklik herhalde dışardan anlaşılmıyordu, çünkü annesi bu açıklamayı yeterli görerek uzaklaştı. Ancak bu kısa söyleşi, Gregor’un, normalin tersine, hala evde olduğu noktasına ailenin öteki üyelerinin dikkatini çekmişti ve babası, odanın iki yandaki kapılarından birine gerçi yavaş, ama yine de yumruğuyla vurmaya başlamıştı bile. “Gregor, Gregor,” diye seslendi, “Ne oldu?” Ve kısa bir süre sonra, daha derinden gelen bir sesle , yine uyardı: “Gregor! Gregor!” Öteki kapının arkasında ise kızkardeşi, alçak sesle yakınıyordu: “Gregor? İyi değil misin yoksa? Bir isteğin var mı?” Gregor her iki yana da: “Tamam, hazırım,” diye yanıt verdi ve sözcüklerin arasına uzun aralar sokarak, sesinin tüm çarpıcı yanlarını gidermeye çalıştı. Bunun sonucunda babası kahvaltısının başına döndü, ama kızkardeşi fısıldamayı sürdürüyordu: “Gregor, yalvarırım aç kapıyı.” Oysa Gregor kapıyı açmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu, tersine, yolculukları sırasında edinmiş olduğu bir alışkanlığı, evde bile olsa gece bütün kapıları kilitleme alışkanlığını övmekteydi.

Niyeti, önce sakin sakin ve kimse tarafından rahatsız edilmeksizin kalkmak, doğru dürüst kahvaltı etmek ve ne yapacağına ancak ondan sonra karar vermekti; çünkü yatakta düşünerek mantıklı bir sonuca ulaşamayacağını artık iyice anlamıştı. Daha önce de çoğu kez, belki de yatakta biçimsiz yatmaktan kaynaklanan, hafif bir sızı duyduğunu, ama kalktıktan sonra bunun kuruntudan başka bir şey olmadığını anladığını anımsıyordu; şimdi merakı, bugünkü kuruntularının nasıl dağılacağıydı. Sesindeki değişikliğin şiddetli bir soğuk algınlığının, yani ömürleri yollarda geçenlere özgü bir meslek hastalığının öncüsü olduğundan hiç kuşkusu yoktu. Yorganı üstünden atmak çok kolaydı; gövdesini biraz şişirince, yorgan kendiliğinden aşağı düştü. Ama işin ondan sonrası, özellikle gövdesinin bu denli geniş olması nedeniyle, güçleşmişti. Doğrulabilmek için kollarının ve ellerinin varlığı gerekliydi, gelgelelim onların yerine sürekli en değişik hareketleri sergileyen, üstelik de hareketlerini denetimi altına alamadığı bir sürü minik bacağı vardı. Bacaklardan birini kıvırmak istediğinde aldığı ilk sonuç, bu bacağın ileri doğru uzanması oluyordu; ve sonunda bacağını istediği konuma getirmeyi başarsa bile, bu olana dek öteki bacakları, zincirden boşanmışçasına , son derece canlı ve acı verici bir hareketlilikle çırpınıp duruyorlardı. ‘Önce böyle uyuşuk uyuşuk yatıp durmaya son vermeli,’ dedi Gregor kendi kendine.


İlk olarak, gövdesinin aşağı bölümleriyle yataktan çıkmak istiyordu, ama henüz hiç görmediği ve nasıl bir şey olabileceğini de doğru dürüst kestiremediği bu bölümü hareketlendirmenin son kerte zor olduğunu anladı; gövdesinin üst bölümü yerinden çok ağır oynayabiliyordu ve Gregor sonunda, neredeyse çıldırmış gibi, tüm gücünü toplayıp her şeyi göze alarak kendini öne doğru ittiğinde, yanlış yön seçişinden ötürü, şiddetle karyolanın ayakucundaki demirlere çarptı; duyduğu yakıcı acı ona gövdesinin alt bölümünün şu anda belki de en duyarlı yeri olduğunu öğretti.

Bundan ötürü, önce gövdesinin üst bölümünü yataktan çıkarmayı denedi ve başını dikkatle yatağın kenarına doğru çevirdi. İstediğini kolayca yaptı da ve gövdesi genişliğine ve ağırlığına karşın, sonunda ağır ağır başın döndüğü yönü izledi. Ama başını en sonunda yatağın dışında, boşlukta tuttuğunda, bu konumda daha çok ilerlemekten gözü korktu, çünkü kendini böylece düşmeye bıraktığı takdirde, başını ancak bir mucize yaralanmaktan kurtarabilirdi. Ve Gregor’un bilincini özellikle içinde bulunduğu anda kesinlikle yitirmemesi gerekiyordu; bu tehlikeyi göze almaktansa, yatakta kalmayı yeğledi.

Ne var ki , aynı çabayı bir kez daha harcamasını ardından, derin bir iç çekişiyle yine eskisi gibi yattığında , bacaklarının da birbirleriyle büyük bir olasılıkla eskisinden beter boğuştuklarını görüp, bu başına buyrukluğu dinginliğe ve düzene dönüştürebilmek için herhangi bir olanak bulamadığında, artık yatakta kesinlikle kalamayacağını, yataktan kurtulması için en ufak bir ümit ışığı bulunsa bile, bu uğurda her şeyi feda etmenin en akıllıca davranış olduğunu bir kez daha düşündü. Aynı zamanda da soğukkanlı, hem de olabildiğince soğukkanlı bir düşünme eyleminin, çaresizlik içersinde verilen kararlardan çok daha iyi olduğunu anımsamayı unutmuyordu. Böyle anlarda bakışlarını elinden geldiğince dikkatle pencereye çeviriyordu, ama dar caddenin karşı yanını bile gözlerden gizleyen sabah sisinin görünüşü, ne yazık ki güven ve iyimserlik aşılayabilmekten uzaktı. ‘Yedi oldu bile,’ diye söylendi çalar saatin yeniden vurmasıyla birlikte, ‘yedi oldu bile ve yoğun sis daha kalkmadı.’ Ve çok kısa bir süre boyunca, mutlak sessizlikle birlikte gerçek ve doğal koşulların geri döneceğini bekliyormuşçasına hiç kıpırdanmaksızın, neredeyse soluk almaktan bile çekinerek yattı.

Ama sonra şöyle dedi kendi kendine: ‘Saat yediyi çeyrek geçmeden kesinlikle yataktan çıkmış olmalıyım. Zaten o zamana değin mağazalardan biri beni sormaya gelecektir, çünkü mağaza yedide açılıyor.’ Ve bu kez gövdesini bütünüyle, her yanını aynı oranda yataktan çıkarmaya koyuldu. Kendini böylece yere attığı takdirde, düşerken iyice yukarı kaldırmak istediği başı büyük bir olasılıkla yaralanmayacaktı. Anladığı kadarıyla sırtı epey sertti, herhalde halının üstüne düşmekten bir zarar görmeyecekti. Kafasını en çok kurcalayan nokta, düştüğünde çıkacak olan, önlenmesi olanaksız büyük gürültüydü; bu gürültü tüm kapıların ardında korku değilde bile kaygı uyandıracaktı. Ama bunun göze alınması gerekiyordu.

Gregor yarı yarıya yataktan çıktığında – yeni yöntem, yorucu bir çaba olmaktan çok bir oyun gibiydi, Gregor’un yapması gereken tek şey, tek tek hamleler biçiminde, sağa sola sallanmaktı,- birileri yardım etse işinin ne denli kolaylaşacağını düşündü; gücü yerinde iki kişi, bu iş için tümüyle yeterliydi – aklına babasıyla hizmetçi kız gelmişti; tek yapacakları, kollarını Gregor’un kubbe gibi sırtının altından geçirmek, böylece onu yataktan dışarı çekmek, yükleriyle yere doğru eğilmek ve ardından da Gregor’un döşemenin üstünde dönmesini sabırla beklemekti; o zaman büyük bir olasılıkla minik bacakları da bir anlam kazanacaktı. Şimdi ise, bir an için kapıların kilitli olduğu unutulsa bile, yardım istemesi gerçekten doğru olur muydu acaba ? Durumunun tüm güçlüğüne karşın, bu düşünceyle birlikte gülümsemekten kendini alamadı.

Artık çok sallandığında dengesini neredeyse koruyamayacak bir konumdaydı ve kesin kararını daha fazla gecikmeden vermesi gerekiyordu, çünkü beş dakikaya kadar saat yediyi bir çeyrek geçmiş olacaktı, - tam bu sırada evin kapısı çalındı. ‘Mağazadan gelen biridir’ dedi Gregor kendi kendine ve neredeyse kaskatı kesildi; minik ayaklarının dansı ise bu arada daha da hızlanmıştı. Sonra, içinde uyanan saçma bir ümidin etkisinde kalarak, ‘kapıyı açmıyorlar’ diye söylendi. Ne var ki hizmetçi doğal olarak her zamanki gibi, sağlam adımlarla gidip kapıyı açtı. Gregor , ziyaretçinin ilk selam sözcüğünü duyar duymaz, gelenin kim olduğunu anladı – Müdür Bey’in kendisiydi. Neden en küçük bir gecikmenin en büyük kuşkulara yol açtığı bir firmada çalışmaya yargılıydı acaba Gregor? Çalışanların tümü de serseri miydi yani? Aralarında , sabahın birkaç saatini yararına değerlendirmedi diye vicdan azabından deliye dönen ve neredeyse yataktan çıkamayacak hale gelen, sadık ve işine bağlı bir kişi bile yok muydu? Bu soruşturma mutlaka gerekiyorsa eğer, o zaman bir çırak gönderip sordurtmak, yeterli değil miydi gerçekten? Müdür Bey’in kendisinin gelmesi, böylece de masum bir ailenin tüm üyelerine, bu kuşku uyandırıcı olayı araştırma işinin yalnızca müdürün aklına emanet edilebileceğinin anlatılması şart mıydı? Ve Gregor, doğru bir kararın sonucu olmaktan çok, bu düşüncelerin yol açtığı heyecanın etkisiyle, kendini tüm gücüyle yataktan attı. Yüksek bir ses duyuldu, ama büyük bir gürültü sayılamazdı. Halı düşüşün hızını biraz olsun kesmişti, ayrıca sırtı, Gregor’un düşündüğünden daha esnekti, bu nedenle çıkan ses, pek dikkati çekmeyen boğuk bir ses oldu. Yalnızca kafasını yeterince dikkatli tutmadığı için, çarpmıştı; kafasını çevirdi ve hem öfkeden, hem de acıdan halıya sürttü.

“Bir şey düştü içerde,” dedi soldaki odada bulunan Müdür Bey. Gregor , bugün kendisinin başına gelene benzer bir durumun günün birinde Müdür Bey’in de başına gelip gelemeyeceğini kafasında canlandırmaya çalıştı; böyle bir olasılık rahatlıkla düşünülebilirdi aslında. Ama Müdür bey, sanki bu soruya kaba bir yanıt veriyormuş gibi, yandaki odada birkaç adım attı ve cilalı çizmelerini gıcırdattı. Sağdaki odadan ise durumu Gregor’a bildirmek isteyen kızkardeşinin fısıtısı geliyordu: “Gregor, Müdür Bey burada.” “Biliyorum,” dedi Gregor kendi kendine; ama sesini kızkardeşinin duyabileceği kadar yükseltmeye cesaret edememişti.

Bu kez de soldaki odada bulunan babası: “Gregor,” diye seslendi, “Sayın Müdür Bey geldi ve sabah treniyle neden gitmediğini soruyor. Ona ne diyeceğimizi bilmiyoruz. Ancak Müdür Bey doğrudan doğruya seninle konuşmak istiyor. Onun için lütfen aç kapıyı. Sayın Müdür Bey, herhalde odanın dağınıklığını hoşgörecektir.” Bu arada Müdür Bey: “Günaydın, Bay Samsa,” diye seslendi içtenlikle. Annesi ise, daha babası sözünü tamamlamadan Müdür Bey’e dönerek : “Oğlum iyi değil,” dedi, “inanın Müdür Bey, oğlum iyi değil. Gregor iyi olsa, tren falan kaçırır mı hiç? Aklı hep işindedir. Akşamları hiç dışarı çıkmamasına neredeyse kızdığımı söyleyebilirim; sekiz gündür kentteydi, ama her akşam evine döndü. Masanın başında, bizimle oturur veya gazete okur, ya da tren tarifelerini gözden geçirir. Biraz oyalanmak istedi mi, oyma testeresiyle çalışmayı yeterli görüyor. Örneğin iki, üç akşam çalışıp oymalı küçük bir çerçeve yaptı; görseniz, güzelliğine şaşırırsınız; içerde, odada asılı; Gregor açınca hemen görürsünüz. Ayrıca gelmenize çok sevindim, Müdür Bey, çünkü yalnız biz olsaydık, Gregor’u kapıyı açması için razı edemezdik; çok inatçıdır; ve sabah aksini söylemiş olmasına karşın, hasta olduğundan kesinlikle eminim.” Gregor, ağır ağır ve düşünceli bir ifadeyle: “Hemen geliyorum,” dedi ve dışarıdaki konuşmaların tek bir sözcüğünü bile kaçırmamak için yerinden kımıldamadı. “Ben de durumu başka türlü açıklayamıyorum Hanımefendi,” diye karşılık verdi Müdür Bey, “umarım ciddi bir şey değildir. Yine de belirtmem gerekir ki işadamları olan bizler – diyelim ne yazık ki veya ne mutlu ki, bu, anlayışa göre değişir – hafif bir rahatsızlığı çoğu kez işlerimiz nedeniyle görmezlikten gelmek zorunda kalırız.” “Müdür Bey girebilir mi artık odana?” diye sordu Gregor’un sabırsız babası ve yine kapıyı vurdu. “Hayır,” dedi Gregor. Soldaki odayı gergin bir sessizlik kapladı, sağdaki odada ise kızkardeşi hıçkırmaya başlamıştı.

Kızkardeşi neden ötekilerin yanına gitmiyordu? Herhalde yataktan ancak şimdi çıkmış olmalıydı ve giyinmeye başlamamıştı bile. Neden ağlıyordu peki? Gregor kalkmadığı ve Müdür Bey’i odasına sokmadığı için mi? İşini yitirme tehlikesiyle karşılaştığı ve böyle bir durum olduğu takdirde patron annesiyle babasından eski alacaklarını yine isteyeceği için mi? Ama bütün bunlar şimdilik gereksiz üzüntülerdi. Gregor henüz buradaydı ve ailesini terk etmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Gerçi şu anda halının üstünde yatmaktaydı ve durumu bilen kimse, ondan Müdür Bey’e kapıyı açmamasını ciddi olarak isteyemezdi. Ama sonradan hiç kuşkusuz uygun bir özür bulunacak olan bu küçük kabalıktan ötürü Gregor’un hemen işten atılacağı düşünülemezdi. Ve Gregor’a göre, kendisini ağlayıp sızlanmalarla, razı etme çabalarıyla rahatsız edecekleri yerde, şimdilik rahat bıraksalardı, çok daha akıllı davranmış olurlardı. Ama ötekilerin de acele etmelerine yol açan ve davranışlarını hoşgösteren neden, durumu bilmemeleriydi.

“Bay Samsa,” diye seslendi sonunda Müdür Bey yüksek sesle, “ne oluyor?” Kendinizi odanıza kapatıyorsunuz, sorulanlara yalnız evet ve hayır diye yanıt veriyorsunuz, annenizle babanızı büyük ve gereksiz sıkıntılara sokuyorsunuz, üstelik de – bunu da belirtmiş olmak için söylüyorum – işinizi akıl almaz bir biçimde savsaklıyorsunuz. Burada büyüklerinizle patronlarınız adına konuşuyorum ve sizden durumu olduğu gibi açıklamanızı, derhal açıklamanızı çok ciddi olarak istiyorum. Doğrusu şaşırdım, hem de çok şaşırdım. Sizi ağırbaşlı, akıllı bir insan olarak tanıdığımı sanıyordum, şimdi ise ansızın tuhaf davranışlar sergilemeye başladınız. Gerçi patron bu sabah, gelmeyişinizin olası nedeni sayılabilecek bir açıklamada bulundu – söyledikleri, kısa süre önce size emanet edilmiş olan ödeme makbuzlarıyla ilgiliydi -, ama ben böyle bir açıklama biçiminin doğru olamayacağı konusunda neredeyse şeref sözü verdim. Şimdi ise akıl almaz inatçılığınızı görünce, sizi savunmak için en küçük bir istek bile duymuyorum. Üstelik yeriniz de pek sağlam sayılmaz. Niyetim aslında bunları size yalnız kaldığımız zaman söylemekti, ama burada gereksiz yere zaman harcamama yol açtığınız için, bütün bunları büyüklerinizin de öğrenmemesi için bir neden göremiyorum. Evet, son zamanlardaki çalışmalarınız son derece yetersizdi; gerçi bu mevsimde işlerin çok parlak gitmesi beklenemez, bunu biz de biliyoruz; ama hiç iş yapılmayacak bir mevsim yoktur, Bay Samsa, asla da olmamalıdır.” “Fakat Müdür Bey,” diye bağırdı Gregor kendinden geçmişcesine ve heyecandan her şeyi unuttu, “kapıyı hemen açıyorum, hemen. Hafif bir rahatsızlık yüzünden, bir baş dönmesi yüzünden kalkamadım. Henüz yatakta yatıyorum. Ama kendime geldim artık. Kalkmak üzereyim. Bir saniye sabretmenizi rica ederim! Sandığım kadar da iyileşmemiştim. Ama yine de iyi sayılırım. Öyle ani oluyor ki böyle şeyler! Daha dün akşam çok iyiydim, annemle babama sorun isterseniz, ya da şöyle diyelim, daha dün akşamdan bir sıkıntı vardı içimde, küçük bir önsezi gibi. Evdekiler dikkat etselerdi, yüzümden anlayabilirlerdi. Keşke haber verseydim işyerime! Gelgelelim insan hep hastalığını ayakta geçirebileceğine inanıyor. Müdür Bey! Üzmeyin annemle babamı! Şimdi yaptığınız suçlamaların temeli yok; ayrıca bu konuda bana şimdiye değin tek kelime bile söyleyen çıkmadı. Belki gönderdiğim son siparişleri okumadınız. Hem saat sekiz treniyle yola çıkacağım, birkaç saat dinlenmek bana gücümü yeniden kazandırdı. Burada zaman yitirmenize gerek yok, Müdür Bey; bende kısa süre sonra işte olacağım, lütfen bunu patrona bildirip kendisine saygılarımı iletin!”

Gregor, ne dediğinin bile farkında olmaksızın, bütün bunları bir çırpıda söylerken, bir yandan da, herhalde yatakta edinmiş olduğu becerinin yardımıyla, hafiften komodine yaklaşmıştı ve şimdi ona tutunarak doğrulmaya çalışıyordu. Niyeti gerçekten kapıyı açmak, kendini gerçekten gösterip Müdür Bey’le konuşmaktı; şimdi kendisini o denli isteyenlerin, durumunu gördüklerinde ne diyeceklerini çok merak ediyordu. Korktukları taktirde Gregor’da sorumluluktan kurtulacaktı ve o zaman artık sakinleşebilirdi. Ama her şeyi soğukkanlılıkla karşıladıkları takdirde de Gregor’un heyecanlanmasına gerek yoktu ve acele ederse, gerçekten saat sekizde garda olabilirdi. Başlangıçta komodinin dümdüz yüzeyinden birkaç kez kaydı, ama son bir hamlenin ardından doğrulup dik durmayı başardı; gövdesinin alt bölümündeki yakıcı acılara artık aldırmıyordu. Kendini yakınındaki bir sandalyenin arkalığına doğru bıraktı ve minik bacaklarıyla arkalığın kenarlarına sımsıkı tutundu. Böyle yapınca artık kendi kendisine de egemen olmuştu; Müdür Bey’in sesi geldiği için, hiç kıpırdanmadan dinlemeye koyuldu.

“Tek sözcük anladınız mı söylediklerinden?” diye soruyordu Müdür Bey annesiyle babasına, “yoksa bizimle alay mı ediyor?” “Tanrı aşkına,” diye bağırdı artık ağlamaya başlamış olan annesi, “belki de ağır hasta ve biz burada durmuş, ona acı çektirmekteyiz. Grete ! Grete!” diye seslendi sonra. “Ne var anne?” diye yanıt verdi kızkardeşi öteki odadan. Aralarında Gregor’un odası vardı. “Hemen doktora koşmalısın. Gregor hasta. Çabuk çağır doktoru. Gregor’u şimdi konuşurken duydun mu?” “Duyduğumuz, bir hayvan sesiydi,” dedi Müdür Bey, sesi annenin çığlıklarıyla karşılaştırıldığında, dikkati çekecek denli alçaktı. Baba, holden mutfağa doğru: “Anna! Anna!” diye seslendi ve ellerini çırptı, “çabuk bir çilingir çağırın!” Ve iki kız, hışırdayan etekleriyle holden koşarak geçip –kızkardeşi nasıl da çabuk giyinebilmişti böyle ?- evin kapısını açtılar. Kapının kapandığı duyulmadı; herhalde büyük bir felaketle karşılaşan evlerde adet olduğu üzere, kapıyı açık bırakmış olacaklardı.

Gregor ise şimdi çok daha dingindi. Demek söylediklerini anlamıyorlardı artık; oysa kendisine, belki de kulağı alıştığı için, şimdi sabah olduğundan daha, hem de çok daha net gelmekteydi. Ama Gregor’un pek iyi olmadığına inanıyorlardı ve ona yardım etmeye hazırdılar; bu da epey bir iş demekti. İlk önlemlerden yansıyan kararlılık ve güven, içini rahatlatmıştı. Kendini yeniden insanların arasına alınmış duyumsamaktaydı ve her ikisinden, doktordan ve çilingirden, aslında aralarında tam bir ayrım gözetmeksizin, büyük ve şaşırtıcı başarılar beklemekteydi. Yaklaşmakta olan önemli konuşmalar sırasında sesinin elden geldiğince anlaşılır olmasını sağlamak için biraz öksürdü, ancak bunu da olabildiğince az ses çıkarmaya çalışarak yaptı, çünkü büyük bir olasılıkla bu gürültü de bir insan öksürüğünden başka her şeye benzeyecekti ve Gregor bu konuda kendisi bir yargıya varmaya artık cesaret edemiyordu. Bu arada yandaki oda tam bir sessizliğe gömülmüştü. Belki annesiyle babası Müdür Bey’le birlikte masanın başına oturmuş, gizliden fısıldaşmaktaydılar, veya hepsi birden kulaklarını kapıya dayamış, dinliyor olabilirlerdi.

Gregor, koltukla birlikte ağır ağır kapıya doğru sürüklendi, oraya varınca koltuğu bıraktı, kendini kapıya doğru attı, tutunarak dik durdu – minik ayaklarının tabanlarında biraz yapışkan madde vardı; bulunduğu yerde, harcadığı onca çabanın ardından biraz dinlendi. Ama sonra hemen kilitteki anahtarı ağzıyla çevirmeye koyuldu. Ancak görünüşe bakılırsa ağzı, ne yazık ki normal dişlerden yoksundu -, dişleri olmayınca da anahtarı neyle tutacaktı? – buna karşılık çeneleri, doğal olarak çok güçlüydü; onların yardımıyla anahtarı gerçekten de harekete geçirdi ve bu arada, her ne kadar aldırmadıysa da, kendine zarar verdiği kesindi, çünkü ağzından gelen kahverengi bir sıvı, anahtarın üstünden akıp yere damlamaya başlamıştı. “Dinleyin,” dedi yandaki odada bulunan Müdür Bey, “anahtarı çeviriyor.” Bunu duymak, Gregor’u çok yüreklendirdi; ama aslında ona herkesin seslenmesi gerekirdi, annesiyle babası da: ‘Haydi, Gregor!’ diye bağırmalıydılar, ‘sakın bırakma, hep kilide doğru bastır!’ Ve Gregor, çabalarını herkesin büyük bir coşkuyla izlediğini düşünerek, kendinden geçmişçesine var gücüyle anahtarı ısırmaktaydı. Anahtarın dönüşü ilerledikçe, o da kilidin çevresinde dans eder gibi hareketler yapıyordu; şimdi artık kendini yalnızca ağzıyla dik tutuyordu ve duruma göre ya anahtara asılıyor, ya da gövdesinin tüm ağırlığıyla üstüne abanıyordu. Sonunda açılabilen kilidin çıkardığı ses, Gregor’u tam anlamıyla kendine getirdi. Derin bir soluk alarak; ‘Çilingirsiz yaptım bu işi,’ diye söylendi ve kapıyı tamamen açmak için başını tokmağa dayadı.

Gregor’un duruş biçiminden ötürü, kapı iyice açıldıktan sonra bile dışarıdakiler onu hemen göremediler. Şimdi Gregor’un kapının kanatlarından birinin çevresini yavaştan dolanması gerekiyordu ve daha odaya adım atmazdan önce sırtüstü yuvarlanmak istemiyorsa eğer, bu işi çok dikkatle yapmak zorundaydı. Henüz bu güç hareketle uğraştığı, dolayısıyla da başka şey düşünmeye meydan bulamadığı bir sırada, Müdür Bey’in yüksek sesle “Oh!” dediğini duydu – hızlı esen rüzgarın sesi gibi gelmişti bu kulağına -, sonra kendisi de gördü; içerdekiler arasında kapıya en yakın duran Müdür Bey, elini açık olan ağzına bastırmış, sanki hep aynı kalan bir güç tarafından sürüklenircesine ağır ağır geri çekilmekteydi. Annesi – Müdür Bey’in gelmiş olmasına karşın, saçları hala yataktan kalktığı andaki gibi dağınık ve kabarıktı – ellerini kavuşturup önce kocasına baktı, sonra Gregor’a doğru iki adım atıp, çevresine yayılan eteklerinin ortasına çöktü, bu arada yüzü hiç gözükmeyecek biçimde göğsüne gömülmüştü. Babası, sanki Gregor’u yine odasına kovmak istiyormuş gibi düşmanca bir ifadeyle yumruklarını sıktı, sonra ne yapacağına karar verememişçesine oturma odasında çevresine bakındı, en sonunda da ellerini yüzüne kapatıp, güçlü göğsünü sarsan hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

Gregor odaya hiç girmeyerek, kapının kapalı duran kanadına içerden yaslandı, böylece yalnız gövdesinin yarısı ve ötekilere bakmak için yana eğmiş olduğu kafası gözükmekteydi. Bu arada ortalık daha aydınlanmıştı; caddenin öteki yanında bulunan, sonsuza doğru uzanıp gidiyormuş izlenimini uyandıran kurşun rengi yapıdan – bu, bir hastaneydi – bir kesit, yapının yüzeyini sert bir biçimde kesen düzenli pencereleriyle açık seçik görünmekteydi; yağmur daha kesilmemişti, ama bu iri, tek tek seçilebilen ve toprağa da sözcüğün tam anlamıyla teker teker düşen damlalardan oluşma bir yağmurdu. Kahvaltı için kullanılan tabakların sayısı masada epey kabarıktı, çünkü Gregor’un babası için kahvaltı, günün en önemli sofrasıydı; adam çeşitli gazeteleri okuyarak bu sofrayı saatlerce uzatırdı. Tam karşıdaki duvarda Gregor’un bir askerlik resmi asılıydı; resimde Gregor eli kılıcında, dudaklarında kaygısız bir gülümsemeyle, kendisine ve üniformasına saygı gösterilmesini bekleyen bir teğmendi. Hole açılan kapı açıktı, oradan evin açık duran kapısıyla, bu kapının sahanlığı ve aşağı inen merdivenin başı gözüküyordu.

“Şimdi,” diye konuşmaya başladı Gregor, orada soğukkanlılığını koruyabilmiş tek insan olduğunun bilincindeydi, “hemen giyineceğim, kumaş örneklerini toplayıp yola çıkacağım. İstiyor musunuz, izin verecek misiniz gitmeme? Gördüğünüz gibi, Müdür Bey, ben inatçı falan değilim ve çalışmayı da seviyorum; yolculuk gerçi yorucu bir şey, ama yolculuklar olmasaydı yaşayamazdım. Nereye gidiyorsunuz Müdür Bey? Mağazaya mı? Efendim? Her şeyi olduğu gibi anlatacak mısınız? İnsan belli bir anda çalışamayacak durumda olabilir, ama o insanın geçmişteki hizmetlerini anımsamak ve engel ortadan kalktıktan sonra hiç kuşkusuz daha büyük ve yoğun bir çaba göstereceğini düşünmek için en uygun olan zaman da işte o andır. Sayın patrona çok şey borçluyum, bunu siz de iyi bilmektesiniz. Öte yandan annemle babamdan ve kızkardeşimden de ben sorumluyum. Güç bir durumdayım, ama yine düzlüğe çıkacağım. Siz de lütfen durumumu olduğundan da güçleştirmeyin. Firmada benden yana olun! Gezginci takımı sevilmez, biliyorum bunu. Bol para kazandıkları ve güzel bir yaşam sürdükleri sanılır. Bu önyargı üzerinde biraz daha düşünmeye ise gerek duyulmaz. Ama siz, sayın Müdür Bey, siz koşulları öteki personelden daha iyi bilmektesiniz, hatta aramızda kalsın ama, sayın patrondan bile daha iyi bilmektesiniz; o bir işadamı olarak, çalışanlara ilişkin yargısında kolaylıkla yanılgıya sürüklenebilir. Ayrıca yine çok iyi bilirsiniz ki, gezginci bir pazarlamacının, hemen bütün bir yıl boyunca işyerinden uzakta olması nedeniyle, dedikodulara, rastlantılara ve temelsiz suçlamalara kurban gitmesi çok kolaydır; bunlara karşı kendini savunabilmesi de tümüyle olanaksızdır, çünkü çoğu kez bunların hiç birinden haberi olmaz ve ancak yolculuğunu tamamlayıp yorgun argın evine döndüğünde, bütün bunların kötü ve nedenlerine inilebilmesi artık olanaksız sonuçlarından doğrudan etkilenir. Sayın Müdür Bey, bana en azından biraz hak verdiğinizi gösteren bir söz söylemeden gitmeyin!”

Ama Müdür Bey, daha Gregor konuşmaya başlar başlamaz ona arkasını dönmüştü ve şimdi Gregor’a yalnız titreyen omuzlarının üstünden bakmaktaydı, dudakları aralanmıştı. Gregor konuşurken bir an bile yerinde durmamış, bakışlarını ondan ayırmaksızın, sanki odadan çıkmasına ilişkin gizli bir yasak varmış gibi, çok ağır adımlarla kapıya doğru çekilmişti. Şimdi hole varmıştı bile ve ayağını oturma odasından çekerken yaptığı ani hareketi gören, tabanını yakmış olduğunu sanırdı. Hole vardığında sağ elini merdivene uzatmıştı; sanki orada kendisini insanüstü güçlerden kaynaklanacak bir kurtuluş beklemekteydi.

Gregor, Müdür Bey’in bu halde gitmesine izin verdiği takdirde, firmadaki işini çok büyük bir tehlikeye sokacağını anladı. Annesiyle babası bütün bunları pek iyi anlayamıyorlardı, aradan geçen uzun yıllar boyunca Gregor’un bu işinde yaşamı boyunca güvence altında olduğu inancına varmışlardı ve şimdi de kendilerini anlık sorunlara o denli vermişlerdi ki, ilersini görebilmekten tümüyle uzaktılar. Ama Gregor ilersini görebiliyordu. Müdür Bey’in alıkonması, yatıştırılması, inandırılması ve son olarak da kazanılması gerekiyordu; Gregor’un ve ailesinin geleceği buna bağlıydı! Keşke kızkardeşi odada olsaydı! Akıllı bir kızdı o; daha Gregor sakin sakin sırtüstü yatarken ağlamaya başlamıştı. Ve kadınlarla arası pek iyi olan Müdür Bey, hiç kuşkusuz kızkardeşinin dümen suyunda giderdi; kızkardeşi evin kapısını kapatır ve holde Müdür Bey’in kokusunu yatıştırırdı. Gelgelelim kızkardeşi burada değildi ve Gregor’un harekete geçmesi gerekiyoru. Ve Gregor,o anda ne ölçüde hareket edebileceğini henüz hiç bilmediğini düşünmeksizin, biraz önce yaptığı konuşmanın herhalde, dahası çok büyük bir olasılıkla yine anlaşılmadığını da düşünmeksizin, açık duran kapıdan kendini itti; niyeti, sahanlıktaki parmaklıklara gülünç bir görünüm oluşturacak biçimde, iki eliyle birden sımsıkı tutunmuş olan Müdür Bey’in yanına gitmekti; ama ne var ki hemen o anda bir destek arayarak ve küçük bir çığlıkla ayaklarının üstüne düştü. Düşer düşmez de o sabah ilk kez olmak üzere bedeninde bir rahatlama duydu; minik bacakları, basacak sağlam bir zemine kavuşmuştu; Gregor, bacaklarını artık denetleyebildiğini sevinçle ayrımsadı; dahası onu istediği yere taşımak için can atmaktaydılar; ve Gregor artık bütün acıların kesinlikle ve hemen son bulacağına bile inanmaya başlamıştı. Ama tam o anda, Gregor hareketlerini dizginlemeye çabaladığı için yalpa vurarak annesinin tam karşısında, yakınında yerde yatarken, tümüyle kendi düşüncelerine dalmış gibi gözüken annesi ansızın havaya sıçradı, kollarını iki yana açıp parmaklarını gererek haykırdı: “İmdat, Tanrı aşkına, imdat!”; başını sanki Gregor’u daha iyi görmek istiyormuş gibi eğmişti, ama bu durumuyla anlamsız bir çelişki oluşturarak hızla gerisin geriye gitti; arkasında kurulu sofranın durduğunu unutmuştu; masanın yanına vardığında, sanki dalgınlıktan olmuş gibi üstüne oturuverdi; yanında devrilen kahveliğin içindeki kahvenin olduğu gibi halıya döküldüğünü fark etmemiş gibiydi. Gregor alçak sesle: “Anne, anne,” diyerek bakışlarını annesine kaldırdı. Müdür Bey’i bir an için unutmuştu; buna karşılık yere akan kahvenin görünüşü karşısında, boşlukta bir şeyler yakalamak istiyormuşçasına çenelerini birkaç kez açıp kapamaktan kendini alamadı. Bunun üzerine annesi yine bağırdı, masanın yanından kaçtı ve kendisine doğru koşan babanın kolları arasına düştü. Ama Gregor’un şimdi annesiyle babasına ayıracak zamanı yoktu; Müdür Bey, merdivene varmıştı bile; çenesini korkuluğa dayayarak son bir kez arkasına baktı. Gregor ona yetişmeyi iyice sağlama alabilmek için bir hamle yapmaya hazırlandı; Müdür Bey bir şeyler sezmiş olmalıydı, çünkü bir sıçrayışta birkaç basamağı birden aştı ve gözden kayboldu. Bu arada hala “Hu!” diye bağırıyor ve sesi bütün merdiven boşluğunda yankılanıyordu. Ne yazık ki Müdür Bey’in bu kaçışı, o zaman değin bir ölçüde kendini tutabilmiş olan babaya da artık ne yapacağını şaşırtmıştı, çünkü adam Müdür Bey’in arkasından koşacak veya en azından Gregor’un onu izlemesini engelleyecek yerde, sağ eliyle Müdür Bey’in şapkası ve pardösüsüyle birlikte sandalyelerden birinin üstünde unutmuş olduğu bastonunu kaptı, sol eliyle de masadan büyük bir gazete aldı ve ayaklarını yere vurarak, bastonu ve gazeteyi de sallayarak Gregor’u yine odasına kovmaya başladı. Gregor’un yalvarmaları para etmedi, zaten bu yalvarmalar anlaşılmadı bile; boynunu ne denli acındırıcı bir biçimde bükerse büksün, bu babasının ayaklarını yere daha şiddetle vurmasından başkaca bir sonuç doğurmadı. Ötede annesi, serin havaya karşın pencerelerden birini ardına değin açmıştı ve iyice dışarı sarkıp, yüzünü ellerine gömmüştü. Sokakla merdiven sahanlığı arasında güçlü bir hava akımı oluşmuştu, perdeler havalanıyor, masanın üstündeki gazeteler hışırdıyor, tek tek sayfalar yerde uçuşuyordu. Baba, kovalamasını acımasızca sürdürmekte ve bir vahşi gibi tiz sesler çıkartmaktaydı. Öte yandan Gregor’da henüz geri geri gitmenin acemisiydi ve gerçekten çok ağır yürüyebiliyordu. Dönmesine yetecek kadar zaman verilseydi eğer, hemen odasına gidebilirdi, ama zaman alıcı dönme eylemiyle babasının sabrını taşırmaktan korkuyordu, babasının elindeki sopadan sırtına veya başına öldürücü bir darbenin inmesi tehlikesiyle de her an karşı karşıyaydı. Ne var ki sonunda yapabilecek başka bir şeyi kalmadı, çünkü geri geri çekilirken doğru yöne bile gidemediğini dehşetle fark etmişti; bu nedenle babasına sürekli ve korku içersinde yan yan bakarak olabildiğince çabuk, gerçekte ise son derece ağır bir tempoyla dönmeye koyuldu. Babası belki de iyi niyetini anlamıştı, çünkü bu dönüş hareketi sırasında Gregor’u rahatsız etmediği gibi, zaman zaman uzaktan bastonunun ucuyla hareketin yönünü bile saptadı. Bir de çıkarttığı şu tiz ses olmasaydı! Bu ses yüzünden Gregor hiçbir şey düşünemez olmuştu. Dönmeyi neredeyse tümüyle başarmışken, hep o tiz sese kulak vermesi yüzünden yolunu bile şaşırdı ve yeniden biraz geriye döndü. Sonunda kafası sağ salim açık duran kapının önüne vardığında, gövdesinin kapıdan öyle kolaylıkla geçemeyecek kadar geniş olduğu anlaşıldı. Gregor’a yeterli geçecek yer sağlamak için örneğin kapının öteki kanadını da açmak, o andaki ruhsal durumu nedeniyle doğal olarak babasının aklının ucundan bile geçmedi. Onun kafasındaki tek saplantı, Gregor’un olabildiğince çabuk odasına dönmesiydi. Gregor’un doğrulmak ve belki de böylece kapıdan geçmeyi başarmak için gereksindiği ayrıntılı hazırlıkları yapmasına babası asla izin vermeyecekti. İzin vermek şöyle dursun, sanki geçmesine hiçbir engel yokmuş gibi, büyük gürültüler çıkararak Gregor’u ilerlemeye zorlamaktaydı; artık Gregor’un arkasında, gelen seslere bakılırsa, sanki bir değil, ama bir sürü baba vardı; şimdi işin şaka götürür yanı kalmamıştı ve Gregor – ne olacağını düşünmeksizin – kendini kapıdan geçmeye zorladı. Gövdesinin bir yanı havaya kalktı; Gregor kapının ağzında çarpık konumdaydı, bir yanı olduğu gibi sıyrılmıştı, beyaz kapının üstünde çirkin lekeler kalmıştı, bir an sonra Gregor kapıya sıkışmıştı ve artık salt kendi gücüyle yerinden kıpırdayabilmesi olanaksızdı; gövdesinin bir yanındaki minik bacaklar havada titrerken, öte yanındakiler acı verecek kerte yere yapışmıştı ; tam bu sırada babası arkasından gerçekten kurtarıcı bir darbe indirdi ve Gregor şiddetli bir kanamayla birlikte odanın ortasına uçtu. Kapının bastonla itilip kapanmasından çıkan ses de duyuldu, ondan sonra ortalık nihayet sessizliğe gömüldü.

Franz Kafka...
Kaynak : Epigraf

Share/Save/Bookmark

Birkaç Şiir ve Şiirimsi Tadında Dizeler...
(...)
İçinde ne var bilemem,
Elimde anahtarı yok,
Söylentilere inanamam,
Anlaşılmaz yanı yok,
Çünkü bu benim...

(...)

Başımıza gelecekler burada ah!
Yatak yorgan ağaçlar altında
Yeşil karanlık, kuru yaprak
Birazcık güneş, nemli hava.

Başımıza gelecekler burada ah!

Nereye iter bu özlem bizi?
Bir şeyi yitirmek, kazanmak bir şeyi?
Anlamsız içeriz külü
Ve boğarız babamızı
Nereye iter bu özlem bizi?

Nereye iter bu özlem bizi?
Yuvalarımızdan çeker uzaklara
Çeker flüt sesi, çeker serin çay

Sana sabırlı görünen şey
Esmiş hışırtılı ağaç doruğunda
Ve bahçe sahibinin sesi duyulmuştu.

Gözlerinde değişim oyununu
Ele geçirmek mi çabam
Sözcük ve irinli çıban...

(...)

Hoplar, sıçrar, dans edersin
Küçük yavrucak
Ilık havaya yaslanmış başın
Rüzgarda nazlı kımıldamayan
Işıl ışıl otlarda
Kalkıp iner ayacığın.

(...)

Bir şey yok beni tutan
Kapılar, pencereler açık
Ve kocaman, boş teraslar...

(...)

Tırıstan şaşma küçük atım
Taşıyorsun beni çöllere
Geride kayboluyor kentler
Köyler, ırmaklar geride
Ağırbaşlı okullar, uçarı meyhaneler
Doğudan esen fırtınayla sürüklenmiş
Kızların yüzleri geride.

(...)

Bakire kalmak - Evlenmek

Bekar - Zevk

Bakire kalıyorum - Bakire?

Tüm güçlerimi topluyorum – Tüm ilişkiler dışında kalıyorsun, bir soytarıya benzetiyorsun, rüzgarın estiği her yöne kanat açıyorsun, ama pek ileriye varamıyorsun; insan yaşamının dolaşım sisteminden, erişebileceğim tüm gücü çekip alıyorum...

Yalnız kendim için sorumlu – O kadar kendi kendine vurgun... (Grillparzer, Flaubert)

Tasasız. Dikkatin iş üzerinde yoğunlaştırılması – Gücüm arttığından taşıdığım ağırlık da artıyor... Ve belli bir gerçek saklı yatıyor burada...

(...)

Artıklar kaldırıldı kenara
Mutlulukta çözüldü kol ve bacak
Mehtap da, balkonlar altında
Geride biraz dal ve yaprak
Saçlar gibi kara...
(...)

- Aslında bu derin kuyudan su çekemiyorsun.!
- Hangi kuyu? Hangi su?’
- Soran kim?
- Sessizlik
- Nasıl bir sessizlik.

(...)

Özlemim eski zamanlarda
Özlemim şimdilerde
Özlemim yarınlarda
Ve hepsiyle ölüyorum bekçi kulübesinde
Yol kenarında
Dikine tabutta bildim bileli
Bir mülkünde devletin
Hayatımı kırıp dökmekten alıkoymak için kendimi
Harcadım tüm ömrümü

(...)

Franz Kafka/Taşrada Düğün Hazırlıkları

Share/Save/Bookmark

Sekiz Oktav Defteri...

Sekiz Oktav Defter'lerinden Kesitler...

Birinci Oktav Defteri...

* Her insan kendi içinde bir oda taşır. Hatta kulakla saptanabilir bu. Diyelim gece vaktidir de, dört bir yana sessizlik yürümüştür ve biri hızlı hızlı geçmektedir ilerden; kulak kabartıldı mı, örneğin duvara iyice tutturulmamış bir aynanın takırdadığı işitilecektir...

* Burası, aşağıdaki kışsı topraktan daha mı sıcak? Dört bir yanda beyazlık içinden yükseliyor her şey, benim kovam tek kara nesne. Önceleri yukarılardaydım, şimdi aşağılarda. Dağlara doğru başımı kaldırıp baktıkça, boynum burkuluyor sanki. Dondan bir örtü; artık ortalarda görünmeyen kayakçıların açtığı yollarla üzeri çizilmiş yer yer. Ayaklarımın birkaç santim bile içerisine gömülemediği kalın kar tabakasının üzerinde küçük Arktik köpeklerinin izlerini izleyip gidiyorum. Biniciliğim anlamını yitirdi, alttan indim ve kovamı omzumda taşıyorum...

* Doğru izi bir daha ele geçirememek üzere yitirdikleri konusunda insanların içine sürüklenebilecekleri o derin inanç, böyle bir şeyin kendilerinde yol açacağı engin umursamazlık...

* Bir yanılgı. Yukarıda, uzun koridorda kapısını açıp girdiğim oda benimkisi değildi. ‘Yanılmışım’, dedim ve yine dışarı çıkmak istedim. Ansızın odanın gerçek sahibi ilişti gözümü; bıyıksız ve sakalsız sıska biri; ağzını sımsıkı yummuş, üzerinde yalnızca bir gaz lambası yanan küçük bir masanın başında oturuyordu...

* Geçmiş ve gelecek günahlarımın kefaretini söz konusu sızılarla ödeyeceğim...

* Terzi tutumlu davranıyorsa, bunun ona göre çürütülemeyecek bir takım nedenleri vardır kuşkusuz...

* Tüm çıkış yolları her zaman gibi sisler puslar içinde...

* Gerçek bir oltacının elinden hiçbir balık yakasını kurtaramaz...

İkinci Oktav Defteri...

* Yazılı ve sözlü insanlık tarihi, çokluk düpedüz yarı yolda koyuyor insanı; oysa sezgi gücü, sık sık yanlış yollara sürüklemesine karşın; yine de insana kılavuzluk ediyor, kendisini yüz üstü bırakmıyor...

Üçüncü Oktav Defteri...

* Saltık (mutlak) açısından tüm bilimler, yöntembilimden başka bir şey değil. Bu yüzden kesin yöntemsel karşısında korkuya kapılmak gereksiz. Bir kabuk; ama bu bir tek şey dışında bütün öbür şeylerden fazla bir şey değil...

* Hepimiz bir savaşı sürdürüyoruz. (Bu temel sorun tarafından kendimi saldırıya uğramış görüp silaha davranmak için arkama dönüyor, ama silahlar arasında bir seçme yapamıyorum. Diyelim bir seçme yaptım, kaptığım silah, ‘yabancı’ bir silah olacak, çünkü hepimizin silah deposu aynı.)

* Bağımsız savaşan kimse yok. Kendini beğenmişliğe indirilen bir darbe. Evet; ama beri yandan zorunlu ve gerçek bir yüreklendiriş.

* İnsanın evreni kavrayışının ayrıntıları ve bu kavrayışın izlediği seyir konusunda belleğin güçsüzlüğü hiç de iyiye işaret değil. Bir bütünün yalnız kırık dökük parçaları. Bu durumda o büyük ödeve el atmak şöyle dursun, elini dokundurmayı bile nasıl başaracak, böyle bir ödevin kendine yakınlığını nasıl sezinleyecek, varlığını nasıl düşleyecek, düşünü görmeyi nasıl niyaz edecek, niyaz sözcüğündeki harfleri bile nasıl öğrenmeyi göze alacaksın; meğer ki kendini adam akıllı toparlayasın ve karar anı gelip çattığında, atmak için bir taş ya da boğazlamak için bir bıçak gibi tüm varlığını bir avuçta toplayacak gücü gösteresin. Beri yandan : İçine tükürülmeden önce ellerin yamulup avuç haline getirilmesi gerekir...

* İç dünya ancak yaşanabilir, tanımlanamaz...

* Duyularımızın içine düştüğü şaşkınlıktan ya da aşırı duyarlıktan dört bir yanımızda sanki gulyabanilerin kaynaştığını görür, herkesin o anda ruh durumuyla kazada aldığı yaraya göre değişen ve insanı hayran bırakan ya da yorgun düşüren bir kaleydoskop oyunu seyrederiz.

* İnsanlık tarihi, yolda giden birinin attığı iki adım arasında geçen saniyedir...

* Şeytansal, iyinin kılığına bürünür bazen, hatta kimi vakit düpedüz iyide vücut bulur. Kendini benden gizleyebildi mi, yenik düşerim kuşkusuz; çünkü böylesi iyi. Gerçek olandan daha ayartıcıdır. Ama ya kendini benden gizleyemezse? Ya bir sürek avı düzenleyen şeytanlar beni önlerine katıp, iyiden içeri sürerlerse? Ya iğrenç bir nesne olarak vücudumda gezinen iğne uçları sağıma soluma batar ve beni ite kaka götürüp iyiden içeri tıkarsa? Ya iyi gözle görülür pençeleriyle üzerime saldırırsa? O zaman bütün süre arkamda vereceğim kararı beklemiş kötüden içeri usulcacık ve mahzun süzülüveririm.

* Kendini tanı, ki gerçek ben’ine kavuşasın...

* Birinin ruhuna kılıç saplanmışsa, yapılacak iş, serinkanlılıkla durumu izlemek, kan kaybetmemek, kılıcın soğukluğunu bir taş soğukluğuyla karşılamak, kılıcın saplanışıyla kılıcın saplanışından sonra yaralanmaz bir aşamaya ulaşmaktır...

* Sessizlikten yakınıyorsun, sessizlikte bir çıkar yol olmayışından yakınıyor, İyi’nin duvarına karşında bulup yakınıyorsun...

* Çalılık, eski yol kapayıcısıdır. İleri geçmek istedin mi, onu ateşe vermen gerekir...

* İyi üzerinde bilgi sahibidir kötü; ama iyi kötünün farkında değildir...

* Bir öz tanı, ancak kötü tarafından gerçekleştirilebilir.

* Kötünün başvurduğu araçlardan biri, ikili söyleyişidir.

* Dinlerin varlığı, bireyin sürekli iyi kalamayacağının bir kanıtı mıdır? Tanrı, kendini iyiden koparıp alarak ete kemiğe bürünüyor. Başkaları için mi yapıyor bunu? Ancak başkaları arasında kendisi olarak kalabileceğine inandığından mı yapıyor? Yoksa başkalarını sevmek istemedi mi, dünyayı yok etmesi gerekeceğinden mi?

* İnanan kişi, mucizelere kapalıdır. Gündüzün yıldızlar görülemez...

* İnancın, insanın sözleriyle kanıları arasında doğru dürüst üleştirilmesi gerekiyor. Bir kanı daha farkına varıldığı an, çakılan bir kibrit gibi sönüp gitmeye bırakılmamalıdır. Kanıların insana yüklediği sorumluluk, sözler üzerine yıkılmamalıdır. Kanılar, sözlere kaptırılmamalıdır. Ayrıca, sözlerle kanıların uygunluğu kesin önem taşımaz, katıksız bir inanç da öyledir. Sözler kanılara duruma göre ya gömer, ya gömüldüğü yerden çıkarır...

* İnsanların eylemleri üzerinde insanların yargısı hem gerçek, hem boştur, yani ilkin gerçek, sonra boştur...

* Gerçek yargıya varabilecek olan, ancak taraflıdır; gelgelelim, taraflar da taraf kimliğiyle yargı veremez. Anlaşılan, dünyada yargı verme olanağı değil, bunun yalnızca gölgesi vardır...

* İyiler, uygun adım yürür. İyilerin varlığından habersiz olan öbürleri, iyilerin çevresinde halka yapar, zamanın oyunlarını oynarlar...

* Gerek cezbeye kapılan, gerek suda boğulan kişi, her ikisi de kolunu kaldırır havaya. Birincisinin davranışı, doğanın temel öğeleriyle barışıklık, ikincisinin davranışı ise bir uyuşmazlık içinde bulunduğunu gösterir...

* Kibir çirkinleştirir, yani aslında kendini yoketmesi gerekirdi, oysa sadece yaralar kendini ve ‘yaralı incinmiş’ kibire dönüşür...

* İnanmak, kendi içindeki yokedilmezi özgürlüğe kavuşturmak, daha doğrusu kendini özgür kılmak, daha doğrusu yokedilmez olmak, daha doğrusu olmaktır...

* Avarelik tüm kötülüklerin kaynağı, tüm erdemlerin tacıdır...

* Gök suskundur, ancak suskun kimseler için yankı oluşturur...

* Ruhu gözlemleyen kişi ruhun içine giremez, ama bir kenar çizgisi bulunur ki, orada ruhla bağlantı kurar. Söz konusu bağlantıyla öğrenilen bir şey varsa, ruhun da kendisine ilişkin bir şey bilmediğidir... Demek ki ruh bilinmez kalacaktır...

* Herkes gerçeği göremez ama, gerçek olabilir...

* Arayan bulmaz, ama aramayan bulunur...

* Sanatın kendini unutmuşluğu ve kendini yokedişi: Kaçış olan şey sözde bir gezintiye, hatta saldırıya dönüşüyor...

* Cennette, her vakit olduğu gibi : Günaha yol açan da, günahı bilen de tek şeydir. Bizim vicdan dediğimiz şey kötünün kendisidir; öylesine büyük zaferi elinde bulundurur ki, artık kılını bile kıpırdatmayı gereksinmez...

* Öğretmen gerçek, öğrenci ise sürekli bir umutsuzluk içinde bulunur...

* Hiçbir damlanın taştığı yok ve hiçbir damlayı alacak yer yok...

* Söylence, açıklanamayanı açıklamaya çalışıyor. Bir gerçeklik temelinden çıkıp geldiği için, yine ister istemez açıklanamazda sonlanacaktır...

* Cennetten kovulduk, doğru; ama cennet ortadan kaldırılmadı. Cennetten kovuluş, bir bakıma mutluluktur; çünkü biz kovulmasaydık, cennetin yokedilmesi gerekecekti.

* İnsanlar ölmedi, ölümlülüğe itildi; insanlar Tanrıya eş duruma gelmedi, ama bunun gerektirdiği yeteneğe kavuştu...

* Ama bütün dumanların altında ateş vardır; dört yanında kara dumandan başka şey görmemesi, ayakları yere inen kimse için kurtuluş sayılmaz...

* Sanat, bir pervane gibi Gerçek’in çevresinde dolanıp durur, ama hiçbir tarafını yakmamayı kesinlikle kafasına koymuştur. Karanlık boşlukta ışık kaynağından gelen ışınları gereği gibi yakalayabilecek bir yer bulmak, ışık kaynağını önceden tanımaksızın bunu yapabilmek gibi bir yetenekle donatılmıştır...

Dördüncü Oktav Defteri...

* Omuzlarına sorumluluk yüklendi mi, bu fırsattan yararlanıp sorumluluktan kurban gitmeye bakarsın. Ama böyle bir şeyi denemeye kalk, o zaman anlarsın ki, sana yüklenen bir sorumluluk yoktur, sen bu sorumluluğun kendisisin...

* Öyle bir savaş ki, hiçbir an ve hiçbir şekilde sırt sağlama alınmıyor. Bilinmesine karşın, sürekli unutulur bu gerçek. Unutulmadı diyelim, sırtın sağlama alınması için bir olanak aranır. İstenen, ararken dinlenmektir ve cezasız kalmayacağı bilinmesine karşın hep böyle bir yola başvurulur...

* Istırap bu dünyanın tek olumlu öğesi, hatta bu dünyayla olumlu arasındaki biricik bağlantıdır.

* Bizim için iki gerçek var : Bilme ağacıyla anlatılan gerçek ve yaşam ağacıyla anlatılan gerçek. Eylemsel gerçek, duruk(statik) gerçek. Birincisinde iyi, kötüden ayrılır. İkincisi ise, iyinin kendisinden başka bir şey değildir, ne iyi, ne kötü konusunda bilgisi vardır. İlk gerçek bize gerçekten, ikincisi ise sezgisel yoldan verilmiştir. Bu işin iç karartıcı yönü; iç açıcı yönü ise, ilk gerçekliğin yaşanılan anın, ikincisinin ise sonsuzluğun elinde bulunmasıdır. Bu yüzden, ilk gerçek ikinci gerçeğin ışığında silinip gider...

* Yorgunluk ille de inanç güçsüzlüğü anlamına gelmez, yoksa gerçekten öyle midir? Ama yorgunluğun, yetinmezlik anlamına taşıdığı kuşkusuz. Ben demek olan her şey, benim için fazla dardır, sonsuzluk olan ben bile kendim için fazla darım...

* Bilmenin belli bir aşamasından sonra yorgunluğun, yetinmezliğin, bunalmanın, kendini hor görmenin ortadan silinmesi gerekiyor; bu aşama da, beni önceleri yabancı bir nesne olarak zindeleştiren, doyuran, özgür kılan, beni alıp yücelere taşıyan nesneyi, kendi öz varlığım olarak bilip tanıyacak güce kavuşmamdır...

* Kırılan dalgaların en çok gürültü çıkardığı yer sahillerdir...

* Ne var ki, sonsuzluk zamanın donakalışı değildir. Sonsuzluk tasarımında bizi sıkan, onun zaman kavramına kazandıracağı akıl almaz haklılık, dolayısıyla bunun şu andaki durumunuzdan ötürü bize kazandıracağı haklılıktır...

* Özgürlük ve bağımsızlık, temel anlamda bir tek şeydir. Hangi temel anlamda? Kölenin özgürlüğünü yitirmediği, yani kimi bakımdan özgürden de özgür yaşadığı anlamda değil...

* Kuşakların zinciri, senin varlığının zinciri değildir; ama yine de kimi ilişkiler bulunmaktadır arada. -Ne tür ilişkiler? – Kuşaklar, senin yaşamının anları gibi ölüp gider. – Ayrım nerede? –

* Yangın her yeri kasıp kavuruyor da, yalnız kendi evine dokunmuyor. Dindar biri sayıldığından değil; evine zarar gelmemesini amaç edinmiş de, onun için...

* Gözlemleyen, bir bakıma kendisi de yaşama katılandır; yaşayan nesnelere tutunur, rüzgara ayak uydurmaya bakar. Böyle biri olmak istemem...

* Yıkıntılardan taze yaşamın fışkırıp çiçeklenmesi, yaşamdan çok ölümdeki diritişi kanıtlar...

* Gerekli koşulları bir kez ele geçirdin mi, her şeyi ele geçirdin demektir...

* Sezgi ve yaşantı...

Yaşantı mutlak içinde bir dinlenmeyse, sezgi (intuition) dünya üzerinden geçip mutlak’a götüren yol olabilir ancak. Nihayet her şey bir amaca ulaşmak ister ve ancak bir tek amaç vardır. Parçalanmanın zaman içinde dağılıp parçalanma demek olmasına, yani her an olup bitmesine karşın aslında hiç gerçekleşmeyen nitelik taşıması bir denge sağlayabilirdi kuşkusuz...

* Kimi salt geleceği düşünerek yaşar, yalnız yaşadığı anı düşünene göre daha tedbirli davranmış sayılmaz; çünkü böyle bir kimse yaşadığı anı bile değil, salt onun sürüp gidişini düşünür...

* İçebakış (murakabe) ve etkinliğin görünürde bir gerçekliği vardır; ama ancak içe bakıştan çevreye yayılan, daha doğrusu çevreden içebakışa dönüp gelen etkinliktir ki, gerçek’i oluşturur...

* İraden özgürdür, yani çölü dilediğinde özgürdü. Çölden geçerken tutacağı yolu kendisi seçebileceği, yürüyüş biçimini kendisi belirleyebileceği için özgürdür; ama çölü geçmen gerektiği için de özgür değildir; seçilecek her yol, bir labirent gibi çölün hiçbir parçasına uğramadan geçmeyeceği için özgür değildir...

* Yanılgı itirazın kendisinde saklı yatıyor, doğru bir rota tutturmuş bir geminin boyuna ilk çıkış limanına dümen kırmasını istemek gibi bir şey...

* Silah sesiyle gök gürlemesini birbirine karıştıran ilkelerin yorumu, ancak sınırlı bir gerçeği içerebilir...

* Üzerine çakılmak istenen çivinin ucunu duvar nasıl hissederse, o da öylece şakağında hissetti. Dolayısıyla, hissedemedi denebilir...

* Gören der ki, insan, sonradan başvurduğu kendini bağışlatmalarla varoluşunu haklı gösterecek bir temel oluşturur; ama aynaya ters olarak yansıyan psikolojik bir yazıdan başka şey değildir bu; gerçekte insan, yaşamını bu tür kendini bağışlatmalar üzerine kurar. Orası öyle; herkes yaşamını (ya da ölümünü, ki bu da aynı şeydir) bağışlatmak, haklı göstermek zorundadır, söz konusu ödevden kaçamaz...

Her insan kendi yaşamını yaşadığını (ya da kendi ölümünü öldüğünü) görürüz. İç bağışlatmalar olmadan üstesinden gelinecek gibi değildir bu, hiç kimse kendini bağışlatmalar olmadan bir yaşamı sürdüremez. Buradan insanın küçümsenmesine geçilebilir, her insanın kendi yaşamına kendini bağışlatmaları temel yaptığı sonucu çıkarılabilirdi...

* Psikoloji aynaya yansıyan bir yazının okunuşudur, yani zahmetli bir iştir ve her vakit doğru bir sonuca ulaşılması bakımından verimli bir uğraştır, ama gerçekte olup biten bir şey yoktur..

* Ölümdeki amansızlık son’u değil, sonun gerçek acısını beraberinde getirmesindendir...

* Kurtuluşumuz ölümdür, ama bu ölüm değil...

* Genel de sükunet mi? Genelin anlamında kaypaklık. Genel, sükunet diye yorumlanır bazen, ama çokluk Tek’le genel arasında ‘genel’ bir gidiş geliş olarak. Ancak sükunet gerçek genel, ama beri yandan son amaçtır...

* Sanki genel ile özel arasında gidiş geliş, gerçek sahnede olup bitmekte, oysa genelde yaşam arka plandaki bir kuliste geçmektedir...

* Kanıtlamalarını bir büyüleme çabasıyla beraber sürdürüyor. Bu kanıtlanmadan kaçıp büyüsel bir dünyaya sığınabilir, büyüsellikten de mantığa; ama her ikisi aynı zamanda tutulup ezilebilir ve her ikisi yaşayan bir büyü ya da dünyayı yoketmeyip bayındır kılan yokediş gibi bir üçüncü nesne oluşturduklarından, bunu yapmak daha da kolaylaşır...

* Gereğinden çok usu var, sanki sihirli bir arabada gider gibi usuyla yeryüzünde yol alıyor, yol bulunmayan yerlerde de elden bırakmıyor davranışını. Zaten yol bulunmayan yerlerde yol bulunmadığını kendiliğinden öğrenecek durumda değil. Böylelikle ardından gelinmesi konusundaki alçak gönüllü ricası zorbalığa, ‘yol üzerinde’ bulunduğuna ilişkin içtenlikli inancı bir büyüklenmeye dönüşüyor...

* Beni bırakıp gidecek misin? Eh, bu da ötekiler gibi bir karar. İyi ama, nereye? Benden sana kurtuluş var mı? Ayda belki? Ayda bile benden kurtulamaz, zaten o kadar uzağa hiç varamazsın. Peki, ne diye bütün bunlar? Köşeye geçip otursan da sesini çıkarmasan! Daha iyi olmaz mı böylesi. Şu oracıktaki köşeye, sıcak ve karanlık. Dinlemiyorsun demek beni. Elinle kapıyı arıyorsun. Peki, ama nerede kapı? Anımsadığım kadar, odanın bir kapısı bulunmuyor. Burası yapıldığı zaman, birinin çıkıp seni gibi dünyayı yerinden oynatacak planlar ardında koşacağını kim düşünürdü? Hani, yitirilmiş bir şey de yok; böylesi bir düşünce yitip gitmez, sofra meclisinde uzun uzun konuşur, üzerinde tartışırız; kahkahalarla ödüllendirilirsin bunun için...

Beşinci Oktav Defteri

* Pek yakın bir tarihte öldüm mü ya da yaşama gücümü büsbütün yitirdim mi -ki bu olasılık büyük, son iki günde öksürüp tıksırarak hayli kan kustum çünkü-, kendi kendimi paralayıp doğradığımı söyleyebilirim. Babam, eskiden gözü dönmüş boş tehditler savurur, 'Seni bir balık gibi didik didik ederim!' derdi hep; oysa gerçekte bir fiske bile vurmadı bana; işte şimdi bir zaman ki tehdit, babamdan bağımsız, gerçeklik kazanıyor. Dünya -F.de temsilci onun_ ile benim kendi ben'im uzlaşmaz bir karşıtlık içinde vücudumu didik didik ediyor...

* Beni öğütüp un ufak edecek iki değirmen taşının arasından ne çekip çıkarırsa çıkarsın, bunu bir lütuf diye karşılayacağım; yeter ki gereğinden çok bedensel ağrılara yol açamasın...

* Bir şey yok beni tutan
Kapılar, pencereler açık
Ve kocaman, boş teraslar

* Küçük bir kayıkta umutsuz, Ümit burnu'nu dolaşmaya çalışıyordu. Sabahın erken saatiydi; şiddetli bir rüzgar uğuldayıp duruyordu. Umutsuzluk içinde, küçük bir yelkeni açıp rahatçacık arkasına yaslandı. Pek derin sayılmayan su kesimiyle bu tehlikeli sulardaki kayalıkları aşarak canlı yaratıklara özgü bir çeviklikle kayıp giden küçük kayıkta neden korkacaktı...

* Üç köpeğim var: Tut, Yakala ve Asla. Tut ve Yakala, herkesin bildiği o güdük rattler cinsi köpeklerden, hani tek başlarına kimsenin dikkatini çekecekleri yok. Gelgelelim, Asla hiç ayrılmıyor yanlarından. Asla bir kırma dok köpeği ve gören der ki, insan yüzyıllar boyu alabildiğine titizlik ve özen gösterip böyle bir köpek cinsi üretmeye kalksa, gene başaramaz. Damarlarında çingene kanı bulunuyor...

* A. Tasarladığınız şey, hangi yönden bakılırsa bakılsın çok çetin ve tehlikeli bir girişim. Ancak, işi pek önemsememek gerekiyor. Çünkü daha çetin ve tehlikeli girişimler de var. Ve belki bunlar, hiç ummadığı, ummadığı içinde pek masum hazırlıksız işe koyulduğu yerde karşısına çıkıyor insanın. Ben, gerçekten öyle düşünüyorum; ama bununla elbet ne planlarınızı uygulamaktan sizi alıkoymak, ne de bu planların önemini küçümsemek niyetindeyim. Asla! Sizin iş, hiç kuşkusuz hayli büyük bir gücün varlığına bakıyor; uğrunda böyle bir gücün harcanmasına da değer doğrusu. Peki ama, siz bu gücü kendinizde hissediyor musunuz?

B. Hayır! Böyle bir şey söyleyemem. İçimde güç değil, bir boşluk duyuyorum, o kadar...

* Sınır diye bir şey tanımazsan, sana nasıl söz geçirebilirim...

Altıncı Oktav Defteri

* Özgür iradeyle alınan bu gibi kararlar, her vakit olumlu sonuçlar sağlıyor...

* Bayat balıkların katlanılmaz kokusu undan böyle eksik olmuyordu...

Sekizinci Oktav defteri

* İşe haz olarak bakış, psikologlara kapalı bir tutum...

* Gereğinden fazla psikoloji karşısında baş gösteren iç bulantısı. Diyelim bir kişinin sağlam bacakları varda, psikolojinin yanına sokulmasına ses çıkarılmıyor; bu kişi kısa sürede, gelişigüzel zikzaklar çizip başka hiçbir alanda katedemeyeceği uzaklıkları geride bırakacak, öyle ki, gören birinin şaşkınlıktan ağzı açık kalacaktır.

* Bir duvarın önünde uzanmış yatıyor, acıdan kıvranıyor, ıslak toprağa adeta kendimi gömmek istiyordum. Avcı yanı başımda dikiliyor, bir ayağıyla hafifçe belime bastırıyordu. Beni elleriyle yoklayıp, bir karara varmak için yakamla ceketimi kesip açan sürgüncüye : 'Enfes bir parça!' dedi. Benden bıkmış köpekler, yeni avların susamışlığıyla avlunun duvarına doğru çılgınca seğirtip duruyordu. Derken araba geldi; ellerimle ayaklarım bağlanıp beyin yanına, arkadaki kanepenin üzerine kaldırılıp atıldım; öyle ki, başımla kollarım dışarı sarktı. Araba teker meker gidiyordu. Susuzluktan ölerek ağzımı açmış, yerden kalkan tozları emiyor, beyin arada bir baldırlarıma memnunlukla el atışlarını duyuyordum.

* Omuzlarında taşıdığın ne? Ne biçim hayaletler çevreni kuşatmış böyle?
Franz Kafka/Taşrada Düğün Hazırlıkları

Share/Save/Bookmark