Yalandır kısalığı yaşamın... Ve özellikle insan dediğimiz şey, inançlı bir insan soyunun parçasıysa... Edip Cansever ...

Önemli olan Tanrı’nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır. İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanını çalamayan bir usta gibi, Tanrı’da insandan doğru sesi çıkaramamıştır. Bu yüzden Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de şeytan en güzel melodilerini onunla bestelemiştir… Hakan Günday

Bu Blogda Ara

Dilemma...

Share/Save/Bookmark

Kill Bill Volume 1...

İntikam hiçbir zaman düz bir çizgi değildir... Bir ormandır... Ve ormanda olduğu gibi yolunu kaybetmek kolaydır. Kaybolmak geldiğin yolu unutmaktır...


Yapım : 2003, ABD
Tür : Aksiyon / Dram / Gerilim / Suç
Yönetmen : Quentin Tarantino
Senaryo : Uma Thurman, Quentin Tarantino, Quentin Tarantino (Kitap)
Oyuncular : Michael Madsen, Uma Thurman, David Carradine, Lucy Liu, Vivica A. Fox, Sakichi Sato, Jun Kunimura, Jonathan Loughran, Daryl Hannah, James Parks, Chiaki Kuriyama, Michael Parks, Stevo Polyi, Michael Bowen, Chia Hui Liu, Christopher Allen Nelson, Hikaru Midorikawa, Sonny Chiba, Kazuki Kitamura, Julie Dreyfus, Shun Sugata, Ai Maeda, Yuki Kazamatsuri, Kenji Ohba, Michael Kuroiwa, Naomi Kusumi, Shu Lan Tuan, Ronnie Yoshiko Fujiyama, Yoshiko Yamaguchi, Sachiko Fujii, Ambrosia Kelley, Xiaohui Hu, Zhang Jin Zhan, Goro Daimon, Akaji Maro, Julie Manase, Satoshi Yamanaka, Issei Takahashi, Yoji Tanaka, Tetsuro Shimaguchi, Yoshiyuki Morishita
Yapımcı : Lawrence Bender, Harvey Weinstein, Bob Weinstein, E. Bennett Walsh, Erica Steinberg, Koko Maeda, Dede Nickerson, Kwame Parker
Görüntü Yönetmeni : Robert Richardson
Müzik : Lars Ulrich, Bernard Herrmann, RZA , Charles Bernstein, Quincy Jones, Nancy Sinatra, Meiko Kaji, Charlie Feathers, Luis Bacalov, İsaac Ha Yes, Al Hirt, Tomoyasu Hotei, Santa Esmeralda, The 5.6.7.8 ' S, Zamfir , Neu !
Dağıtım : Avşar Film

***

Felsefe ve psikolojiye atıflar olan bir film... İntikam duygusunun ve şiddetin nasıl meydana geldiği ince noktaları ile işlenmeye çalışılmış... Ve diyebilirim ki, başarılı da olunmuş... Volume 1 de ayrıntılara girmeden, küçük ipucları ile bir anlatım söz konusu...

Ayrıntılar detaylarda gizlidir ve görüntülerin altında en az bir gerçek mutlaka vardır...

* İntikam, en iyi soğukken yenilen bir yemektir...Eski bir Klingo Atasözü

Seyir Aşaması...

1- İlk hesaplaşma anında, bu duygunun nasıl geliştiğine dair, örneklendirme yapmak için olsa gerek, çocukluk döneminden başlanılmış...

İstenmeden bir hesaplaşmaya maruz kalan çocuk mu demeli, annesinin seçimi mi demeli...

* Savaşçı olarak görülenler, bir savaşa girdiklerinde düşmanın mağlup edilmesi düşündükleri tek şey olur... Tüm insani duyguları ve merhamet duygularını bastırır, karşılarına çıkan tanrı ya da budanın kendisi bile olsa öldürürler... Savaş zaanatının özünde bu gerçek yatar...

Çocuğun eve gelmesiyle, kozları başka yerde paylaşmak için yapılan anlaşma annesinin kaypaklığa yeltenmesi sonucu, çocuğun bu sahneye seyirci kalması...

Gelişimin çocukluk aşaması... Çocuğun gözü önünde öldürülen annenin, çocukta bıraktığı izler...

Unutmak mümkün mü? Yeterince barışçıl eğitim bile, yeterli olur mu bu gelişimde?... Yaşanılan duygunun yoğunluğuna bağlı olarak; belki evet, belki hayır... Çok küçük yaşlarda evet... Yine de, hangisini beslerse... Kavrayacak yaşta ise hayır... Hayır çünkü, kesinlik taşıyan bir şey varsa, en ufacık bir şey de gözlerinin önüne gelecek olan an... Ve bu an gözlerinin önünde seyir ettiği müddetçe, gelişiminde de izleri çıkacaktır... Uyumsuzluk, öfke, saldırganlık, bastırma, içe dönüklük, kaçış, tepkisizlik, intihar eğilimi vs. diye gider...

Ve buna istinaden dipnotta düşülmüş...

* Büyüdüğün zaman hala kızgın olduğunu hissedersem, bekliyor olacam...

Filmin ilerleyen aşamasında buna istinaden bir bölüm daha karşımıza geliyor...

2- Kanlı Düğün...

* Anlaşılan, düğüne karşı biri sonsuza kadar susmak istememiş...

Bir düğünde bulunan herkesin katliamı... Ne için olduğu belli olmayan bir katliam ve ardından gelişmeler aktarılmış... Güçlü bir nefret olsa gerek...

Filmin devamı için seyircilerin beklediği sonuç, düşmanların ise beklemediği sonuç... Gelinin ölmeyip, komaya girerek, hala yaşam savaşı veriyor olması...

Nefret eden düşmanlarından biri, koma halinde savunmasızken, saldırmaya yeltenirken, diğer yandan bunun adil olmadığının altı çiziliyor...

* Yapmayacağımız bir şey varsa, o da gece odasına gizlice, pis bir fare gibi girip onu uykusunda öldürmek olabilir... Ve bunu yapmama sebebine gelirsek, bu şey bizi küçültür...

Bir vicdani rahatsızlık mı söz konusu ya da başka bir şey?.. Eceliyle ölümüne bırakmak istemi ya da yaşamasını istemek pek de masum gelmiyor bana... O değil miydi, teke tek hesaplaşma yapmayıp, yandaşlarıyla birlikte düğünü basıp, sadece o değil savunmasız masum insanları katleden...

Peki savaş zaanatının özünde ne yatıyor, önlerine çıkanı yıkıp dökmek mi, yoksa adilce bir savaş mı?..

Ve Sürpriz... Koma halindeki gelinimiz kendine gelir...

Elbette insan yer altı dünyasının kraliçesi olmuşsa bunu pek saklayamaz...

Kıskançlık... İnsan doğasında yer kaplayan geniş dürtüleri olan bir duygu... Aşırılığında hırs, öfke, intikam, alçalma vb. dürtüleri de beraberinde getirebilecek bir duygu...

Odasında nefret eden hem cinsi... Neden o kadar aşırı nefret duyup, öldürmek istesin... Ne yapmıştı ki bu kadar... Niye bu hazımsızlık?.. Bazen bir şey olmasına bile gerek yok... Sadece varlığını kıskanmak kafi...

Kıskançlıkta intikamı getirir o zaman... Ve diyebilirim ki, aşırı kıskançlığın getirdiği duygunun hırsı, buna istinaden oynanan oyunlar; genelde izlediğim kadarıyla orospu ruhluca oyunlar oluyor...

Peki şiddeti meydana getirir mi?.. Evet getirebilir...

* Kader intikam gibi şiddetli ve çirkin bir şeyin yüzüne güldüğünde, sadece tanrının varlığına inanmaz, aynı zamanda isteğini yapıyor oluyor olursunuz...

Kendine saldırılan hangi canlı savunmaya geçmez?.. Hele ki seçenekleri yoksa?.. Sadece bir bitkinin savunma mekanizması yok diyebilirim. Varsa da ben daha duymadım... Aslanın önüne öyle ya da böyle atıldınız veya arenaya kendiniz girdiniz... Kaçma olanağınız yok... Ne yapacaksınız?.. Ya kaderinize boyun eğeceksiniz, ya da savaşacaksınız...

3- Orien’in Kökeni...

Yine çocuğun gözleri önünde öldürülen anne var... Yaşanılan trajedinin çocukta kin, öfke ve saldırganlık şekline dönüştüğünü anlatıyor... Dolayısıyla yaşanan bu trajedi kişisel gelişiminde kalıtsal bir şekilde kalıp, büyüme yaşlarında da aynı seyirde ortaya çıkıyor...

4- * Bu benim en iyi kılıcım... Yolculuğunda karşına tanrı bile çıksa, tanrı bile bu kılıca karşı koyamayacak ve kesilecektir...

Bu bölümde bir Hattori hanzo kılıcı ediniliyor... Ve orda geçen bir diyalogda bu kılıcı niye istiyorsun dediğinde Kıll Bill diyor... Ve bunu tüm insanlara borçlusun gibisinden bir diyologdu...

Peki şöyle diyebilir miyiz... Düşmanını iyi tanı... Kendi silahıyla saldır : )
Bu söze çok fazla itimat etmemek gerek... Savunma mekanizması bir aletse evet hatta tüm gereksinimiz olan şeyleri donanmamak aptallık olur sanırım... Gerisi senin yeteneğine kalır... Ama diğer türlü pek de onurlu olmaz... Hele ki bir saldırıya maruz kalmadan... Aradaki ince çizgiyi ayarlamak...İşte tüm mesele burada... ‘Ve cezanız bir hak ve şeref olmazsa, eksik olsun...’ Nietzsche

5- Mavi Ev Hesaplaşması...

* Size zaman zaman her zaman saygılı şekilde mantığımı sorgulama şansı veriririm. Eğer karar verdiğim bir planın zekice olmadığını düşünürseniz bana bunu söyleyin lütfen. Ama sizi ikna etmeme izin verin. Ve şimdi burda söz veriyorum. Hiçbir konu tabu olmayacaktır. Elbette biraz önce konuşulan konu dışında...

* Ne var ki kılıçlar yorulmaz... Umarım sende enerjini saklamışsındır... Ama saklamamışsan beş dakika bile dayanamazsın. Görüşüne bakılırsa daha kötüsü de olabilir...

Bu kadar kolay olacağını düşünmüyordun herhalde diyerek; elindeki gücü kullanarak 80 adamı da salmak üzerine : ) Eh işte her şeye hazırlıklı olacaksın : ) Çıktın bir kere alana...

Burada savaşırken karşısında bir çocuğu gördüğü zaman ona vurmaması, azarlayarak eve göndermesi... Başta da demiştim... İncelikler atlanmamaya çalışılmış...

80 adamı yıktıktan sonra, şimdi sağ kalanlar gidebilir... Ancak kollarınız ve bacaklarınız burada kalacak, onlar bana ait diyor... Herhalde koleksiyon yapacak : ) İleri de karşısına gelebilecek olanları mı hesaplayacak acaba?.. E tedbirleri almak lazım..

Ve teke tek hesaplaşma anında geldiğinde itiraf etmeliyim ki, duruş asildi...

* İntikam hiçbir zaman düz bir çizgi değildir... Bir ormandır... Ve ormanda olduğu gibi yolunu kaybetmek kolaydır. Kaybolmak geldiğin yolu unutmaktır... O kadın intikamını hakediyor... Ve biz ölmeyi hakediyoruz... Son nefesine kadar acı çekmeli...

Geldikleri yol nasıldı acaba : ) Önceki yol nasıldı bilmem de, kaybolmak geldiğin yolu unutmaktır... Unutmak mı?.. Evet, nefret ve intikam da seyir edebilir... Diğer türlü, kaybolmak unutmak mıdır?.. Hiç sanmıyorum...

Filmin En Güzel İki Müziği...



Share/Save/Bookmark

Kill Bill Volume 2...


Seyir aşaması Volume 1 'deki olayların perde arkasını ve olayların seyrini ön planda tutmuş... Türlü entrikaların döndüğü sahneler... Ve hiçbiri masum olmamakla beraber, yine de genelleme olarak değil de, seyiri doğrultusunda ele almak gerekir... Eğer bir genelleme yapmak gerekirse, iki kişinin hesaplaşması hariç, bütün bu entrikaların, kalleşliğin sebebi güç istemi değilse, nedir?..
Güç İstenci kendi eytişimi gereği zor ve şiddet istencinde somutlaşır. ‘Zor’
kendini güç kavramının arkasına gizleyen yabanıllıktır. Başka bir deyişle,
saldırganlıktır. İşi yokediciliktir. Aziz Yardımlı

İlk olarak katliam sahnesi baz alınıyor...

Gelinin kaçmasında ki sebep, hamile olması ve bu bebeği o ortamda büyütmek istememesi... Ne var ki, tek başına verilmiş bir karar, dahası babanın bebekten bile haberi yok... Öldüğünü zanneden adam, katili her yerde ararken karşısına gelinin çıkması... Ve ilerisi... Karnı burnunda bulduğu gelin damat adayıyla tanıştırırken babam diye tanıtması...

Seven bir adamı, babam diye tanıtması, karnının burnunda olması... Seven biri için elbette acı bir şey bu... Aldatma ve ihanet hissi... Ve gelinin masum olmadığını görüyoruz... Ne var ki, yine de katliamı doğurmazdı... Ve burada ki yok etme istemi güç'den kaynaklanmıyor.
Bill ile Budd Diyalog...

-Suçluluktan kaçmam ve cezamı çekmekten de korkmam... O kadın intikamı hak ediyor bill ve biz de ölmeyi hak ediyoruz... Ama işin aslı o da hak ediyor... Sanırım olacakları görecez galiba.

Yapılanların bedelini ödemeyi hak ettiğini düşünürken, onun da hak ettiğini düşünmesi... Burada bir yanılsamamı var. İkisi arasında özel bir diyalog yokken, neden o hak etsin ki... Bir şekilde aynı yolu yürüdükleri için olsa gerek, ayna da kendini görüyor olmalı...

Pai Mai'nin Acımasız Eğitimi...

5 nokta avuç patlayan kalp tekniği nedir...
Basitçe söylenirse tüm dövüş sanatlarının en ölümcül darbesi... Sana parmak uçlarıyla vücudunun 5 basınç noktasından vurur ve sonra çekilir. Sen 5 adım attıktan sonra kalbin vücudunun içinde patlar... Ve sen bunun sonunda ölüp yere düşersin...

Bill ile diyalog...

- Arkadaşça bir yarışma...

- Yaşlanınca yalnız kalırlar... Bu kişiliklerinde bir değişikliğe sebep olmaz ama dostlarının değerini öğretir...

- Bu basamakları yeniden görmek bile canımı yakıyor... Yukarı çıkıp kovalar dolusu su taşırken çok fazla eğleneceksin...

- Seni ne zaman görebilcem...

- Bu sana bağlı...

- İmalı konuşma, karşılık verme. En azından ilk yıl için... Sana ısınmasını sağlaman gerek... Beyazlardan tiksinir, Amerikalılar midesini bulandırır ve kadınlar için nefretten başka şey beslemez. Yani senin durumunda biraz uzun sürebilir...

Pai Mai ile diyalog...

- Seninle konuşulmadığı sürece konuşmayacaksın.... Eğer beni anlamazsan ben de seninle bir köpekle konuştuğum gibi konuşurum...Sana bağırır, sana gösterir, seni sopamla döverim...
- Öfken beni çok eğlendirdi... Bana rakip olabileceğine inanıyor musun yoksa?
- Hayır
- İstediğim zaman öldürebilirim...
- Evet
- Ölmeyi istiyor musun
- Hayır
- Öyleyse aptal olmalısın
- Kalk ve aptal yüzüne bakmamı izin ver...
- Acınası arkadaşım iyi yapabildiğin bir şey var mı? Ne oldu sana dilini mi yuttun?...
-Artık benim kolum... Ona istediğimi yapabilirim...eğer beni durdurabileceksen denemeni öneririm...
- Yapamam
-Çaresiz olduğun için mi?
-Evet
-Bunu daha önce hissettin mi peki?
-Hayır
-Şu anda bir kartalla savaşan solucan kadar çaresizsin
-Evet
-Bu başlangıç
-İsteğin böyle bir güce sahip olmak mı yoksa?
-Evet
-Eğitimine başlayacaz yarın
-Kolun bana ait olduğuna göre güçlü olmasını istiyorum
-Bunu yapabilir misin
-Evet ama bu kadar yakından değil
-Öyleyse yapamazsın
-Düşmanın kim önünde duran 7 santim mi
-O zaman ne yapacaksın
-Kabuğuna mı çekileceksin
-Yoksa yumruğunu içinden mi geçireceksin
-Şimdi başla hadi.
-Tahta elinden korkmalı. Tam tersi değil.
-Yapamamana şaşmamalı.
-Başlamadan yenileceğine ikna olmuşsun.

*Köpek gibi yemek istiyorsan, dışarda bir köpek gibi yaşayıp uyuyabilirsin. İnsan gibi yaşamak istiyorsan o çubukları al...

Çok acımasız ve zorlu bir eğitim : ) Ne var ki, basamakları çıkmak kolay değildir...

9.cu bölüm Elle ve Budd...

Gelinin öldüğünü zanneden Budd kılıcını satmak için Elle'yi arar...

-Dediklerine göre yaşlı insanların bir numaralı katili emeklilikmiş... İşi olan insanlarsa işlerini yapmak için daha çok eğilim gösterirmiş... Düşünüyorum da savaşçılar ve düşmanları arasında aynı ilişki var... Artık düşmanınla savaş alanında yüzleşemeyeceğine göre sen ne hissediyorsun?.. Söylesene rahatlama mı?.. Yoksa pişmanlık mı?..

-İkisinden de biraz...

-Saçmalık... İkisinden de biraz hissettiğinden eminim... Ama birini diğerinden çok daha fazla hissettiğini adım gibi biliyorum... Yani önemli olan hangisi...

-Pişmanlık...

Elle pek bir kalleş çıktı... Yaptıkları anlaşmaya sadık kalmayarak kendi silahıyla öldürdü. Üstelik kalleşçe... Çantanın içinden çıkan Mamba yılanı, en azından aynı yolu yürüyen arkadaşlar için aklına gelmezdi herhalde ... Ne var ki, gelin hala yaşıyordu ve onunla da hesaplaşması gerekiyordu.

-Balık kaşlarını beğendin mi seni işe yaramaz yaşlı aptal... Ell seni kalleş köpek. Sana söz veriyorum. Balık kaşlarını zehirledim ve ona dedim ki benim için senin gibi işe yaramaz yaşlı bir aptalın sözünün hiçbir değeri yok... Çok doğru ustanı öldürdüm. Şimdi de seni öldürcem... Üstelik kendi kılıcınla yapacam... Ki bu çok yakın bir gelecekte benim kılıcım olacak... Senin geleceğin yok...

Amaçlarına kalleşçe ulaşmaya çalışan biri... Bilmediği şey çekirge bir sıçrar, iki sıçrar üçüncü de güm : ) Ve kalan diğer gözünü de gelin çıkarır... Ve objektiflerde bir görüntü... Mamba yılanı... Kendi silahıyla ölmek... O yılan onun nefes almasını sonlandıracak...

Son bölüm Yüz Yüze...

Kızının yaşadığını öğrenmesi ve itiraf anı, sanki birazcık da ilanı aşk gibi bir şey söz konusu... Ne var ki geriye dönüş olmuyor...

-Kızımız yaşamla ölümü öğrendi.
-Annene emilyoyu ne olduğunu söyler misin? Onu öldürdü. Emilyo onun balığıydı. Nasıl öldü?.Sen ne demiştin?..
-Kazayla üstüne bastım...
-Bunu merak ettim. Nasıl oldu da ayağın kazayla emilyonun akvaryumuna girmeyi başarmıştı. Bana hayır hayır dedi. Emilyo bastığımda halının üstündeydi. Hımm... Gizem artıyor... Peki emilyo halının üstüne nasıl gelmişti. Ve annesi orda olsan onunla gurur duyardın. Yalan söylemedi. Dediğine göre emilyoyu akvaryumdan çıkarmıştı. Ve halının üstüne koymuştu. Emilyo halının üstünde ne yapıyordu.
-Çırpınıyordu.
-Ve sen üstüne bastın. Peki ayağını kaldırdığın zaman emilyo o zaman napıyordu?.
-Hiçbir şey.
-Çırpınmayı kesmişti deme.
Daha sonra söyledi. Ayağını kaldırıp emilyonun artık çırpınmadığını gördüğü anda ne yaptığını anlamıştı. Sence de bu yaşam ve ölümün mükemmel görsel tarifi değil mi. Halının üstünde çırpınan bir balık. ve halının üstünde çırpınmayan bir balık. O kadar güçlü ki, ölüm ve yaşam kavramı hakkında hiçbir şey bilmeyen dört yaşındaki bir çocuk bile ne demek olduğunu anlamıştı.
-Emilyoyu sevmiştin deme...
-Evet
-Bende anneni seviyorum. Ama bende ona senin emilyoya yaptığını yaptım.
-Annemin üstüne mi bastın. Daha kötü. Anneni vurdum. Bugün yaptığımız gibi oyundan vurmakda değil. Onu gerçekten vurdum.
-Neden?. Ne olduğunu mu görmek istedin.
-Hayır eğer vurursam annene ne olacağını biliyordum.
Bilmediğim şey anneni vurduğumda bana ne olacağıydı...
-Peki ne oldu.
-Çok üzüldüm. İşte o zaman yaptığın bazı şeyleri asla geri alamazsın.
...
-Konu sana ve bize geldiğinde cevaplanmamış birkaç sorum var. Şimdi bu intikam hikayesi finaline ulaşmadan önce bazı sorular soracam. Gerçeği söylemeni istiyorum. Ne var ki zaten açmazda burda yatıyor. Çünkü konu ne zaman benden açılsa bana sorarsan sen kesinlikle ama kesinlikle gerçeği söylemiyorsun. Özellikle bana. Ve en kötüsü kendine de...Ve konu ne zaman benden açılsa ben kesinlikle ama kesinlikle senin söyleyeceğin hiçbir şeye inanmıyorum.

-Bildiğin gibi çizgi romanları çok severim. Özellikle de Süper kahramanlar hakkında olanları severim. Süper kahramanları içine alan tüm mitolojiyi gerçekten çok ilgi çekici bulurum. Örneğin en sevdiğim süper kahraman Süperman. Mükemmel. Ama mitoloji sadece harika değildir. Şimdi süper kahraman mitolojisinin ana özelliği
bir süper kahraman ve onun diğer kişiliğinin olmasıdır.
Batman aslında Bruce Wayne'dir.. Örümcek adam aslında Peter Parker'dır. Kahraman sabah uyandığında Peter Parker olur. Örümcek adam olması için bir kostüm giymesi gerekir. Ve işte bu açıdan süper man tek başınadır. Süper man süper olmamıştır. Süper man süper man doğmuştur. Süper man sabah uyandığında yine her zaman ki gibi süper mandir. Onun ikinci kişiliği Clark centtir. Üstünde büyük kırmızı S olan elbisesi kentler onu bulduklarında onun sarılı olduğu battaniyedir. Onlar onun kiyafetidir. Kent ne giyer gözlük, iş kıyafeti, kostümü budur. Süper man bizi Clark kentler olarak görür. Peki... Clark kentin özellikleri nelerdir. O zayıftır ve kendinden asla emin değildir. Clark kent Süper manin tüm insanlığa eleştirisidir. Tıpkı Beatris Kido ve bayan Tomi Plinton gibi. Evet sonuca geliyorsun.
Arlin Plinton kostümü giyebilirsin. Ama sen Beatris Kido olarak doğdun. Ve her
sabah uyandığında hala Beatris Kido olacaksın.
-Bana Süper kahraman mı diyorsun.
-Ben sana katil diyorum. Doğuştan bir katil. Hep öyleydin. Hep öyle kalacaksın. Elpasoya taşınman kullanılmış bir plak satan dükkanda çalışmaya çalışman Tomyle sinemaya gitmen kupon kesmen bu senin kendini işçi arı olarak saklama çabandır. Bu senin kovana karışma çabandır. Ama sen işçi arı değilsin. Sen yalnız bir katil arısın. Ve ne kadar bira içersen iç ve barbekü yaparsan yap ya da poponu ne kadar büyütürsen büyüt dünyada hiçbir şey bunu değiştiremez. İlk soru : Elpasodaki hayatın gerçekten yürüyeceğine inandın mı?
-Hayır. Ama Bibi olsa yürürdü.
-Beni yanlış anlama . Bence sen harika bir anne olurdun. Ama sen bir katilsin.
-Bana ulaşmak için öldürdüğün o kadar insan kendini iyi hissettirdi deme.
-Evet.
-Hem de her biri deme.
-Evet .
-Bunlar ısınma sorularıydı. Şimdi sıra Altmışdört binlik soruya geldi. Neden bebeğimi alıp benden kaçtın.
....
-O çubuk maviye dönmeden önce bir kadındım. Senin kadının. Senin için öldüren bir katildim.... O çubuk maviye dönmeden önce senin motosikletten hızla giden bir trenden atlayabilirdim. Ama o çubuk maviye döndükten sonra bu şeylerin hiçbirini yapamazdım. Artık yapamazdım. Çünkü ben anne olacaktım. Bunu anlayabilir misin.
-Evet.
-Neden şimdi değilde o zaman söylemedin.
-Öğrendiğinde ona sahip çıkacaktın. Ben bunu istemiyordum.
-Bu kararı sen veremezsin.
-Evet. Ama doğru karardı ve bu kararı kızım için verdim. Çünkü o doğmayı temiz bir hayatı hak ediyordu. Seninle hiç girmemesi gereken bir hayatın içinde doğacaktı. Seçmek zorundaydım. Ve onu seçtim. Biliyor musun 5 yıl önce hiç olmayacak imkansız şeylerin bir listesini yapmamı isteseler senin işimi bitirmek için kafatasımda bir delik açacak olman listenin en başında yer alırdı. Ve yanılmış olurdum yine.
-Özür dilerim bu bir sorumuydu. Hiç olmayacak şeylerin imkansız bir listesi. Evet bu anlamda yanılmış olurdun evet.
-Evet. Geri dönmediğin zaman doğal olarak lisa bontun ya da bir başkasının seni öldürdüğünü düşündüm. Ve kayıtlara geçsin.
Ölmediği halde birinin sevdiği birinin öldüğünü düşünmesine sebep olmak, büyük bir acımazlık...
Tam üç ay yasını tuttum. Ve yasının üçüncü ayında izini buldum. Ve izini bulmaya da çalışmıyordum. Seni öldürdüklerini sandığım lanet olası pisliklerin izini bulmaya çalışıyordum. Ve seni buldum. Peki bulduğum neydi. Sadece hayatta değildin. Aynı zamanda aptalın biri ile evleniyordun... Ve hamileydin. Bende aşırı tepki verdim.
-Aşırı tepki mi verdin. Açıklaman bu mu.
-Sana açıklama yapacam demedim. Sadece doğruyu söyleyecem dedim. Ama eğer fazla anlaşılmazsa daha açık konuşayım. Ben bir katilim. İnsanları öldüren bir pisliğim. Ve insanları öldüren bir pisliğin kalbini kırmanın bazı sonuçları olur. Sen bir kaçını yaşadın. Tepkim gerçekten o kadar şaşırtıcı mıydı.
-Evet öyleydi. Yaptığımız şey sen yapabilir miydin. Elbette yapabilirdin. Ama doğrusu bana yaptığın ya da yapacağın hiç aklıma gelmezdi.
-Çok üzgünüm Kido. Ama yanlış düşünmüşsün. Seninle henüz bitmemiş bir işimiz var. Bebeğim bunu iyi söyledin.

Share/Save/Bookmark

Yağmur Getiren Fırtına...


Kırk Üç

Sana geldim tüm acılarımı yanıma alarak. Sen yaşamın darağacındaki intiharıydın mutsuzluğumun. Bunu neden yaptın. Değer miydi benim için?

Sevgilim. Küçüğüm benim.

Ah şaka olsa tüm bunlar. Hani yapardın ya acilen evden çıkmamız gereken günlerde, "Ben öldüm biliyor musun?" der, atardın kendini yere. Sonra "Bana elmalıv şekev alıvsan belki divilivim." diye devam ederdin. çırpınır dururdum başucunda. Söz verirdim şeker için. Kalkar giyinirdin. Zor yetişirdik randevumuza.

Garip bir adamdı/Mezarlığa girerken bana yerini sordu/Söyledim/Karısıymış/ Adam ünlü biri/Para durumu iyi/Neredeyse bir servet bıraktı avucuma/Ben yıllardır bu mezarlığı beklerim daha bir şeyin sahibi olamadım./Ola ola alkolik olmayı başardım/Alkolik olmayıp da ne yapacaksın/ Ayık ayık bekleyemezsin ki mezarlığı sabaha kadar/Çay götürdüm içmedi/Saatini çıkarıp uzattı bana/Bir sigara verebildim yalnızca/Acısı geçer/Bir gün çeker gider sanıyordum/Uzaktan uzağa izledim onu/Toprağında tek çöp kalmayıncaya dek temizledi/Mezar taşını parlattı çıkardığı gömleğiyle/Neyse ki şehre çok uzak burası/Yoksa polisler anlamaz acı macı götürürler adamcağızı/Konuşup durdu kendi kendine/ Ağladı/ Ağladı ...

Eskiden, iyi anımsıyorsan eğer, sana vakit ayıramadığım zamanlar çok kızardın. Şöhretim, okuyucularım arttıkça kendimize ayırdığımız vakit azalıyordu. Ama kıskançlığım öyle bir safhadaydı ki, seni en yakınınla bile konuşurken görmek umutlarımı kırıyordu. Varsa yoksa sanat ve roman. Televizyon, radyo, üniversite konuşmaları. Ne kadar da anlayışlıydın. Ama ben seni bir an yanımda görmeyince hep aklıma kötü kötü şeyler geliyordu. Yoo ... Hayır hayır, güvenmediğimden değil başkalarına güvenemiyordum. Kolay kazanmadık birbirimizi bilirsin. Büyük savaşlar verdik. Sana kadar ruhu bekar, bedeni bekar biriydim. İnanır mısın şöhreti ve parayı da ikimiz için istiyordum. N'oldu sanki. Seni benden kopardı.

Kafasını mezar taşına vurup vurup duruyordu/Kendi kendine gülüyor/Ayağa kalkıyor/Tur atıyor/Yanına uzanıyor/ Dizlerini ovalıyor/Dikkat ettim bazen beli tutuluyor/Dedim ya garip biri/Acı garipleştiriyor insanları/ Acı acizleştiriyor ...

Çelişki tanrımdı benim. Bunu sık sık tekrar ederdim sağda solda bilirsin.

Kendimi bulamıyordum. Tanımımı yapamıyordum. Kim olduğum belli değildi. En sıkı sarıldığım fikirleri küçük bir rüzgar veya olumsuzluk söküp götürüyordu. Ucuz yaşayıp pahalı ölmeyi düşlerdik her zaman. Dinle beni ne olursun. Duyduğunu biliyorum. İçimdekileri öğrendikçe korkuyordun benden. Ama bütünüyle ben değildim konuşan. Hayata karşı hep tetikteydim. Kimseye güvenemiyordum. Pasif biriydim. Suya sabuna dokunmaması için gerekli tedbirler alınmış ve gerekli nasihatler verilmiş bir neslin çocuğuydum. "Aman oğlum" diyorlardı küçükken, "Aman oğlum kimselere karışma. Fikirlerini açıklama. Kim olduğunu belli etme. İki tarafa da sus payı bırak. Ben yokum demesini öğren. Ben bilmem de. Ben karışmam filan. Aman oğlum ne ülkeni sev canını verecek kadar, ne de nefret et bölecek gibi". İşte böyle. Binlerce rengim olmalıydı benim. Net duramazdım. Biz, o nesil, işte böyle yetiştik. Gerçekten de rengini belli eden, tavrını koyan öldürüldü, hapse düştü, kurşunlara geldi. İşkence gördü. Titrek bir alev gibi süzülürdük sokaklardan. Herkesin bir sokağı vardı. Bizim olmadı. Sokaklar kodlanmıştı. Mahalleler kodlanmıştı. Gazeteler. Sanatçılar. Kitaplar. Lehçeler. Bıyıklar. Sakallar kodlanmıştı.

İnce bıyıklılar Selametçi idi. Eğer aşağıya doğru kartal kanadı gibi uzanıyorsa Milliyetçi. Dudağı kapatıyorsa Devrimci. Çember sakalı, keçi sakal, kartal bıyığı, aşağıya doğru dudağı kapatanlar öldürüyordu. Keçi sakalı kartal bıyıklar kurşuna diziyordu. Cumhuriyet, Tercüman'a gıcıktı. Tercüman, Cumhuriyete. Saz gitara, gitar saza. Cami meyhaneye, meyhane camiye. Eylem, Bozkurt'a, Bozkurt Hasan Hüseyin'e ... Bölgeler vardı kurtarılmış. Gökyüzü barut kokuyordu. Taksiden çok mavzer vardı. Evlerde aramalar yapılır, bıçaklar, keskin aletler toplanırdı. Kala kala makaslar kalmıştı. Onların burunlarını kerpenetle kırıp gidiyorlardı. Onların adı. Sıkıyönetim Makası idi.

Duyuyor musun beni, bizim makasların burnu kırıktı. Uçları kareydi. Bizim de kırıktı burunlarımız. Kalplerimiz de kırıktı. Sıkıyönetim yüreği'mizde kırıktı burunlarımız. Nasıl bir ülkeydi burası? Herkes teoride ülkeyi kurtarıyordu. Ama pratikte insanlar öldürülüyordu. Televizyonda 'Habu diyar, habu diyar, habudi, habudi, habu" diyar"ın müziği çalarken, jetler, Fı6'lar havalanır, barajlar suyunu akıtır, fabrikalar çalışır, yüzü gülen mutlu insanlar görünürdü. Gelişiyorduk. Kalkınıyorduk. İnsanlar birbirini gambazlıyor, kimse kimseden tuz bile istemiyordu. Duvarlarımız gazete sayfası gibiydi. Yazılar yazılır. Yazılar silinir. Yeniden başkası yazar. Başkası siler. KAHROLSUN FAŞİzM, DEV GENÇ, BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR. BÜYÜK FB, ALİ AYŞE'Yİ SEVİYOO'yu sıkıştırırdık. Birçoğumuz okuma yazmayı duvarlarda öğrendik. Öyle çok yeşil üniformalı vardı ki, iklimler değişecek kadar yağmur alıyorduk. Hayatta kalmak için Bukalemun olacaktık. Keçi sakalın üstünde badem bıyık. Cumhuriyet'in içinde Tercüman'ımız olacaktı. Camiden çıkıp, birahaneye girmemiz gerekiyordu. Herkes birbirine kuşkuyla bakıyordu. Televizyonda dış mihraklardan söz ediyorlardı. Ruslar sıcak denizlere girmek istiyormuş. Amerika KÜRDİSTAN için uğraşıyormuş. Yunanlılar adalara mevzilenmiş. Suriye su için savaşa hazırmış, neredeyse Eskimo'ların bizim üzerimizde hesapları var ... Bütünüyle panikte ve kuşku içinde düşmanlarımızı bekliyorduk. Kurşun yemeden bakkaldan ekmek alıp gelmek sadece çocuklara mahsustu. Ama kazayla onlardan da ölenler oluyordu. "Baba biz kimiz, kimi tutacağız." derdik. "Kimse değiliz, sakın haa." karşılığını alırdık. Biz kimse değildik. Biz tanımsız, anlamsız, hayatta kalmak için tarafsız, yani her taraftan olan tarafsız kişilerdik. .. Ne zaman bir cami bombalansa, arkasından bir meyhane bombalanıyordu. Bir kartal bıyığın öldürüldüğü yerde, ertesi gün bir keçi sakal öldürülüyordu. Hayatta kalan yalnızca bizim gibi rengini belli etmeyen, makaslarının ucu kırık, kalpleri kırık yalakalardı ...

Anlaşılması güç bir adamdı doğrusu/Mezarla konuşup duruyordu/Ama onu elimden kaçırmak istemiyordum zira onun ihtiyacı olmadığı para, benim için çok gerekliydi / Gece çay demledim / Davetime yine gelmedi / sürekli ağlıyordu / Şarabımdan uzattım / Yine geri çevirdi / Konuşmuyordu / Eliyle "yok" diyordu / Sıkılıyordu benden / Mezardan ayrılmak istemiyordu / Geceyi konuşarak, ağlayarak, mezara sarılıp uzanarak geçirdi ...

Ben de o gece uyumamak için çaba gösterdim / Çünkü her mezarlığın keyifçileri olur / Bazısı gelip mezarlıkta afyon içmeyi sever / Altın diş arayıcılarım zaten herkes bilir/Ama bir de keyifçiler vardır / Sapıktır bunlar / Bunlar var ya bunlar?Gündüz sürekli mezarlığı kontrol eder ve gelen taze öZüyü iki üç gün içinde çıkarıp cinsel ilişkide bulunurlar / Ayrıca göğsünü camla kesip mezarlıkta oturanlar vardır / Diyeceğim / korktum işte / Ona bir zarar vermesinden korktum / Beklemek gerekiyor gideceği günü / Şimdi yarası taze olduğu için sabretmek gerekir diye düşünüyordum / Hayat her zaman galip gelir sonunda / O da kendini iyi hissettiğinde gidecek sanıyordum / Mezarlık geceleri korkunçtur / Sağlıklı insan / Ayık insan sabahlayamaz burada / Doğrusu ben de merak ediyordum adamın hikayesini / Mümkün mü konuşmak / Anlatmıyor ki dinleyelim / Zaten anı çöplüğüne döndüm burada / Çok kişi tamdım ben / Aman dayı bizim mezara iyi bak diye beni paraya boğup daha sonra yıllar boyu gelmeyenleri iyi bilirim / Alçaktır insanoğlu / Vaktiyle biri vardı / Amaan boş ver / Şimdi sırası mı bunların ...

Günaydın Küçüğüm? ... Nasılsın? Bak yanındayım. Seni çok seviyorum. Ayrılmak yok bir daha. İnan bana n'olur. Yok. İyiYim ben. Nerede miydim? Sokaklarda. Neler hatırladım bir bilsen ... Ama seni çıkarmadım aklımdan. Bir an olsun unutmadım yüzünü. Benim şu kıskançlığım yok mu? Az daha ayrılacaktık sevgilim ... Seni pislik seni... Geçen gün eve uğradım biblo parçaları halen yerde. O koku da neydi öyle? Neyse yorma kendini. Uyumak istersen gideyim. Demek gitmemi istemiyorsun. Nasıl, yerin rahat mı? Ben çok rahatım, düşünme sakın. Yanındayım bak. O yaşlı
adam mı? İyi bir insana benziyor. Karnın aç mı sevgilim? Benim de çok acıktı. Bekle biraz geleceğim.

Yiyecek bir şeyler istedi benden / İki gündür yemeden duruyordu çok sevindim / Ona biraz peynir, biraz tavuk, biraz reçel ve ekmek ile ayran verdim / Birde ne göreyim / Verdiğim yiyecekleri mezarın toprağını elleriyle eşerek oraya gömdü / Manyaktı bu adam ...

Vücudum kaşınıyor. Gecenin gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Sana şarkı söyleyeyim mi? Hani benden dinlemek istediğin her zamanki şarkıyı ...

Benim böyle feryadımı duymuyor musun

Sensin benim tek tesellim anlamıyorsun

Sıkıldın mı? Tamam bırakalım öyleyse. Hey, baksana yeni bir romana başlamayı düşünüyorum. Ne dersin? İstersen anlatayım ... Peki, peki sustum. Bu sessizlik çıldırtacak beni ... ah, şarkılar dinleyici bulduğu zaman sanat eseri oluyor. Yo, yooo ... Tabii ki dinledin sen, onu demek istemedim. Bak sırtını döndün yine. Kadınları anlayamıyorum. En büyük intikamınız sırt dönmek herhalde. İntikam için hep geceyi bekler, erkeğinize sırtınızı dönersiniz. Bu hareketin evrensel olduğu kuşku götürmüyor ama kadınların hayata katılmadığı, ekonomik bağımsızlığını kazanamadığı, tüketici konumunda olduğu toplumlarda daha çok oluyor. Kala kala kadının varlığını belli edecek, koz olarak kullanacağı tek şey olan cinselliği kalıyor. Sen de çok yapardın bunu "Bana dokunma bay erkek" derdin. Bayılırdım o hareketine. Yeter artık dönüp durma öyle, toprakların dökülüyor. Hayır, hayır ağlama kızmadım sana, şaka, şakaydı inan ...

Uzaktan el işaretiyle saati sordu / Söyledim / sonra bana verdiği saatini geri iade etmek için yanına gittim / İstemedi / Günlük gazetelerden bıraktım yanına / Ben uzaklaşıncaya kadar konuşmadı. ..

Görüyor musun sevgilim, bana saat veriyor. Aptal herif. Hayatın içinde olmadıktan sonra zamanın ne önemi var. Hem zaten zaman ve yaş diye bir şey var mı? Yok.

Ölmeden evvel yaşadığın o birkaç saniye var ya? Hepsi o. Bütün insanlar yaşadığının farkına o zaman varıyor ve o kadar yaşıyor. Zaman aşkla sınırlıdır yoksa bizim olmaz. Bir de zaman; çekilmez olduğunda bizim oluyor. Bir de; acı çekerken. Şimdi acı çektiğim için zaman benim ama önemi yok.

Sonra günlük gazeteleri sesli sesli ona okudu / Şaşırıyor / Küfrediyor / Tepiniyor / Neyse / Karanlık bastı da bıraktı gazete okumayı / Bir bardak çay götürdüm içsin diye / Alıp mezara döktü onu da ...

Hey gidi koca yazar, gördün mü ölümün karşısında güzel cümleler kuramıyorsun. Ölümün acısı basitleştiriyor insanı. Eyy mezar !, Eyy toprak rahim, yeni bir hayat sun bana, bana yeni bir yaşamın kapılarını aç .. Mesafeler ... Ey iki metre derinlikte yatan kadın, neden bana ışık yılıyla milyonlarca, milyarlarca yıl uzaklardasın?

Bir hafta böyle geçti / Yemeden yaşıyordu adam / Yalvardım yakardım / Olmadı / Korkuyordum artık / Sanki onunla yaşıyordu / Ona dışarıdan besinler veriyor, gündelik olaylardan haberdar ediyordu / Onun yaşadığına inanıyordu sanki / Umudunu hiç yitirmiyordu / Ara sıra 'VODA" diyordu. VODA ... VOOOOOOODA. ..

Bir akşamüstü yüklü miktarda para verip, benden İÇYAGI ve KEÇE almamı rica etti. / Şaşırdım kaldım / Ama bu adamın isteklerini reddetmek aptallık olurdu çünkü çok parası vardı / Ancak ertesi gün alıp, gece olunca teslim edebilmiştim / Haaa ... Bir de ona malzemelerini teslim etmeye gittiğimde, mezarın toprağını yediğini gördüm????????

Toprağın içimi doldurdu. Seni taşıyorum içimde. Karnım çok ağrıyor. Başım dönüyor. VODA. .. Tatarlar ... O sokak. .. Kazım aç kapıyı. Donuyorum. Bana bunu yapmayacaktın ... Yağmur Getiren Fırtına ... Uragan ... Kurt olacaksın artık sen ... Baba ben kurt olacakmışım ... Sarışın ve mavi gözlü bir çocuktu VODA. .. Zühtü ... Samanlık. .. Toprak yemekle aşınmaz Babaanne ... Hiç dut ağacı kalmadı babaanne ... At pisliği .. · Kilise Özgürlük. .. Üşüyorum ... Tahtalar ... Yetişecek adam Battaniye istemiyorum ... Hakemin ilk başlama düdüğüyle birlikte arkadaşından aldığı topu orta sahadan geçiren Cemil, yine on sekizin içine doğru bir yılan gibi kıvrıldı nihayet... Cem il bırakma beni ... İhtilal... Burnu kırık makaslar ... Kirlendin sen Tekbıçak. .. Denizler zemzem olsa aklanamazsın sen ... Kan. Pıhtı. lçyağı ... Elif, be, te ... Haydi kurtuluşa ... Tanrım milyonlarca insan Müslüman olmak için Kaptan Kusto'nun keşfıni bekledi. .. Tanrım içyağı ve keçe. Tanrım dış yağı ve keçi .....

Koparamıyordum onu oradan / Polise haber vermek de işime gelmiyordu / İki gün daha geçti böyle / Mezarın toprağını yiyor, yiyor ve kusuyordu / Bir de saçma sapan kesik cümleler kuruyordu.

Sevgilim, seni çok özledim. N'olur sırtını dönme. Canım seni çekiyor. Sevişmeyeli çok oldu değil mi?

Gözlerime inanamıyordum. Adam, mezarın toprağından yanlara doğru döküp kol yaptı/ Altı tarafı. da ortadan ayırıp bacak oluşturdu. Sonra .. / İnanamıyorum .../ Ve temmuz sıcağında toprakta iz bırakarak sürünen bir yılan gibi dönüp durdu/Dizkapağını iki toprak parçasının arasına koymuş, elleriyle bir kadına sarılır gibi.../Ah, inanamıyorum ... / Çarpılacağız. / Donup kalmıştım / Bir adım ileriye koşabilsem / Ah bir şeyler yapmalı / Yüzünü toprağına gömdü / Hırıltılar ve ağlamalar yükseliyor. / Hayır / Kafasını ellerinin yardımıyla tamamen toprakla kapatmaya çalışıyor./ Allahım/Solucan gibi/Şimdi tüm vücudunu toprağa sokmak üzere/Aman Allahım, birileri görürse/Yoooooo, yoo .../ Hayııııırrrr ... Denizde boğulmak üzereyken son anda su yüzüne çıkan bir Yüzücü gibi toprakları savurarak sıyrıldı mezardan .../ Dizlerinin üzerinde ve kemerini çözmek üzere .. / İnanamıyorum. Nihayet dizlerimin kan dolaşımı başladı/ Kulübemden kazmayı kapıp belinin ortasına bastırıp arkadan kollarını tutarak sökmeye çalıştım/ Çarpılacağız/ Günlerdir aç susuz duran bir adama gücüm yetmiyor/Göz çukurlarındaki ıslaklıklara toprak yapışmış/Adam kimseleri görmüyor/Sökemiyorum onu/ Yüzyıllık bir çınarın kökleri gibi girmiş toprağa / Tırmık gibi saplamış parmaklarını mezara/Koparamıyorum/ Olmayacak/ İndirdim kazmayı omzuna/Hiç bağırmadan düştü toprağa/ Sürükleyerek bir dut ayağının altına götürüp pantolonunu filan giyindirdim ...

Polise gidecek oldum/Ama adamda emilecek çok para vardı/Ertesi geceye kadar uyanmadı/Bir kova su döktüm üzerine ve bekledim ...

Ah omzum ... Karnım ... Parmaklarım ... Sevgilim ... Bu sokaklardan çıkamıyorum. VODA. .. Hayır küçük. .. Yine pijamanın lastiği, hay Allah ... Suuuu ... Kalpak. .. Saatin gongu ... Tik tak ... Terlik sesleri... Muzaffer ... Hasan Amca ... Rıdvan ananı avradını. .. Kapı çalınıyoorr ... Hayır ... Hayır .
Allahu Ekber ... Kıble ne tarafta Hocam? ... Ayıplarım... Çoraplarım ... Marko, bul anneni... Heidi yapma, satma ekmekleri... Büyükbaban Heidi... Heidi Büyükbaban diyorum ... Babaanne ... Jandarmalar geliyor ... Sartre, Hayyam, Bediüzzaman, Bukowski... Dikkat et ranger . Ormanda ona ölümsüz ruh derler ... Lan sebo ... Lan Sebo... Her tarafım çorba oldu ... Yoğurt Bu asansör toplam 320 kg taşıyabilir ... Üçüncü boyut... Adem bırakma aşkını. .. Sarılın ... Matematiği sokmayın aşklarımıza ... Sürdürmeliyim koşumu ... Devlet sizlere yeşil ışık bile getirdi ... Bir de havuz ... Tamammmm ... Allah devlete millete zeval vermesin Yapma Kara Murat bırak şu içten fethetmeleri... Omzum VODA. .. Fırtına geliyooorrr ... Uragan ... Uragan ... Uragan ...

"Uragan" deyip durdu/Bir sürü anlamsız cümle haykırdı / Ateşler içinde yanıyordu / Keşke vurmasaydım ona / Ama tövbe tövbe/ Ne yapsam bilmem ki? / Hay Allah /Duyarlarsa işim biter / Ama ben yaşlı bir adamım /Bu adam zaten gidici/Şimdi hükümet araya girerse tüm malı devlete kalır / Ama ben yaşlı bir adamım/Bu belki de son şansım...

"Ah omzum ... Günaydın sevgilim Bak yanındayım ... Seni bırakmam ... "

Diyerek uyandı o sabah. Bir lokma peynir verdim / Dudakları, yüzü kurak topraklar gibi çatlamıştı / Yalvardım yakardım nafile / Toprak yiyip kustu / Karnı parke taş sertliğindeydi / Omuzundaki yara kurumuştu ve kısıtlı hareketler yapabiliyordu/ Beyaz bir kağıt istedi. Korkunç bir direnişi vardı zamana karşı/Tüm romanlarının telif haklarını bana bırakıyordu/Sarılıp yalvardım/Belki dinler de bir şeyler yer ve toparlar kendini diye /Yok/bu kez benden, bu gece için yardım istedi.

İç yağı ile keçeyi istiyordu/Haa ... ! Bir de mezarı açacağımızı söylüyordu bu gece .../Değer miydi? / Değerdi/ Neden mi? /Bilmiyorum /Bu adamda korkunç bir güç vardı/ Sarılıp ağladı/Yaşlar tekrar çamurlaştırdı gözkapaklarının altındaki toprakları/!VODA" dedi / Ağladım.

Ne demekti bu "VODA" bilmiyorum ama ağladım.

Ölümden kuşku yok.
Ölümden kaçmak yok.
Hayatı kontrol edemezsin.
Bırak hayat yönetsin seni.
Arkanda sevenin varsa ölmezsin.

Eyy kabir ... Ey koca rahim ... Senden yeryüzüne yeni hayatlar fışkıracak. Ölümü beynimde ve midemde sindirmesini becerdim.

Birinin öldüğünü kabul etmezsen o ölmez.

Güzel karıcığım, sen bunu, bana ders vermek için yaptın. Ölüm, ancak Tanrı'nın elinden olduğu zaman ölümdür. Dirisin sen.

Ölüm; arkasında öğreti bırakırsa anlamı bozulur. Akademik olur.

Daha bi güzelleştin.

Ölüm aratıyor.
Ölüm ömrü uzatıyor.
Aramak yüceltiyor.
İçim huzur dolu.
Şimdi, tamamen benimsin.
Kıskançlığım geçti.
Sokaklar bitti.

Ölüm paylaşılmaz mı?

Ölümün arkasından edebi cümleler kurulmaz.
Ama benim dilim çözüldü sanki?
Seni seviyorum.
Açlığı, susuzluğu, kıskançlığı yendim.
Hiç kimsenin olamadığı kadar benimsin.
Kendinin bile değilsin.

Ölüm, Tanrınındır.
Ölüler Tanrının askerleridir.
Ölüler Tanrının çocuklarıdır.
Kemiklerim sızlıyor.

Omzum çok ağrıyor.
Midem kasılıyor.
İçimdesin.
Midemdesin.

Söyle nereye sakladın acılarını?
Değer miydi?
Değer miydi bir erkek için hayatına son vermek.
Ne kadar acizim.
Halen yaşamı seçiyorum.
Belki de çekmem gereken cezanın süresini uzatıyorum.
Uzatmalıyım da ...

Ölümün acı dindirici etkisini kaçış olarak kullanmamalıyım. Ölüm paylaşılır mı?

Özgürlüğü kısıtlayan şey yalnızca kafes değildir. Günahlarım gardiyan. Kavramlar cam kırığı. Kitaplar kırbaç.

Gerçek ile yalanı ayırt edemiyorum.

Yoksa yeni bir roman mı bu yazdığım? Seni neden öldürdüm?

Şimdi bir yağmur yağsa, Eriyip aksam toprağından. Bir kıyıda olsak. Sen dalıp gitsen uzaklara. Ben koşsam, koşsam, koşsam da yetiş em es em sana. Saçlarını balıkçı ağı gibi atıp sulara, kısmetimizi beklesek.

İhanetin fiyatı ucuzdur.
Bu bazen bir jetona kadar inebilir.

Ah sevgilim yapmayacaktın bunu ...
Yatağımız kan içindeydi biliyor musun?

Neden ölümün rengi kırmızı?
Neden kefenler beyaz?
İnsanlar kirli doğup, kirli öldükleri halde ...

Ahh ... Artık Dünya göğüs kafesinde bir kalp taşıyanlar için ve onu temiz götürmek isteyenlere göre değil.

Sıcak somun kokusu geliyor burnuma.
Off, ne çok yorgunum.
Huşu içinde ölecek kadar yorgun.
Sonunda besinsiz, sadece aşkla, sadece ölümle yaşayan bir vücut yarattım.

Birazdan gece olacak.

Neden yaşamın rengi siyah değil?
Yüreğim kim getirdi seni buralara?

İçimdeki büyük boşluklardan kurtulamıyorum.
Artık ne veresiye, ne de peşin almak istiyorum.
Hiçbir şeye sahip olmak istemiyorum.
Yorgunum.

Bütün parçalarımız kocaman bir kente yayılmış durumda.

Buradan gitsem bile yalnız bırakmayacaklar.
Kaçamam.
Senden kaçamam.

Ahh, artık dünya onun her santimetre karesine bölünmüş biri için yaşanılır değil.

Sonunda gece olmuştu. /Sonunu çok merak ettiğim bir maceraya sürükleniyordum. /Olsun /Hayat, riske girmeden anlamını bulamıyor. /Zavallı adam, toprak yemekten artık kıpırdayamayacak hale gelmişti /Ölümü, içinde taşıyordu bu adam /Ölümü yaşıyordu /Sindiriyordu ölümü/İnanılması güç / Ve ben, aklı başında yaşlı bir adam olarak onun bu davranışlarını destekliyordum./Bugüne kadar çok dikkatli yaşayıp da ne oldum /Mezar bekçisi. /Ölünün bekçisi mi olurmuş? /Olmaz aslında/ Ama biz ölüleri dirilerden koruyoruz. /Ölümü bile kurumsallaştırıyoruz. /Neyse /Dedim ya/ /Sonunda gece olmuştu./İçerideki keçe ve içyağını zor bela bizimkine götürüp teslim ettim. Daha sonra kazma ve küreği yanına bırakıp uzaklaştım oradan/Sonra izledim onu, konuştuklarını duymaya çalıştım./

Kürekle mezarın toprağını alıp alıp fırlatıyordu /Ter içindeydi /Gözleri kapalı yapıyordu bunu/ "Her şeye yeniden başlayacağız" diye ağlıyor, kürek darbelerini hızlandırıyordu/Belli bir seviyeden sonra kazmayla çalışmaya başladı.

"O sokak burada, o sokak buralarda ..... "

Tekrar küreği alıp kazdıklarım dışarıya fırlattı. Kör bir köstebek gibi gözlerini açmadan sadece burnunu kullanarak eşiyordu toprağı/Yavaş yavaş derinlere inmeye başladı ... yüzükoyun çukurun kenarlarına uzanıp uğraşmaya başladı./ Beyaz bir kefeni görür gibi oldum/Savaş bitmişti.

Artık bakamıyordum /Sırtımı ağaca yaslayıp garip anın bitmesini bekleyecektim. /Hıçkırıklar artıyordu /Yavaş yavaş tekrar dönüp izlemeye karar verdim. /Çürümüş cesedin başındaydı. /Sarılıp ağladı /Koku bana kadar gelmişti /Çadırların keçesi, peynirin, yağın ve sütün, yoğurdun ısıran kokusu ...

Kusmalar / Ağlamalar/sarılmalar/haykırmalar:

VODAAAAAAA ...

"VODA" dedim sessizce. İçyağım avuçlarına alıp cesedine sürüyordu. /Ceset keçenin üstündeydi/ Cesedin her yerini içyağıyla sıvayıncaya kadar devam etti çalışması ...

Savaş bitmişti/Keçeyi kapayıp,kefen parçalarıyla sıkıca bağladı/Derin bir Oh çektim/Kalbimin sıkıştığını kömürleştiğini hissettim/Sonra onu mezara koyup yanıma geldi.

"Tamam dayı, gün ışırken iyileşecek. " dedi. Selvi ağaçları başımın ucunda dönüp duruyordu.

O 'VODA" diye haykırıp yere çöktü. Ben de malumunuz kalp krizi geçirmişim Doktor bey ...

Yarın polise anlatacağım her şeyi.

Bülent Akyürek

Voda : Tatar dilinde Su...



Share/Save/Bookmark

The Curious Case of Benjamin Button...

İşlerin gidişatına göre delirebilirsin... Yemin edebilirsin kaderi lanetleyebilirsin...
Ama sona geldiğinde, her şeyi bırakmalısın...



Tür : Fantastik / Romantik / Dram / Gizem
Gösterim Tarihi : 6 Şubat 2009
Yönetmen : David Fincher
Senaryo : Eric Roth , Robin Swicord , Francis Scott Key Fitzgerald (Kitap)
Görüntü Yönetmeni : Claudio Miranda
Müzik : Alexandre Desplat
Yapım : 2008, ABD

Oyuncular : Brad Pitt (Benjamin Button) , Cate Blanchett (Daisy) , Tilda Swinton (Elizabeth Abbott) , Elle Fanning (6 Yaşındaki Daisy) , Julia Ormond (Caroline) , Jason Flemyng (Thomas Button) , Elias Koteas (Monsieur Gateau)

***

Savaşta oğlunu kaybeden kör bir saatçi, bir saat yapar... Ne var ki, bu saat geriye doğru çalışır.. Bilerek yapmıştır saati... Savaşta kaybolanlar belki evine geri döner, uzun bir yaşam sürerler der... Kaybolanlar geri gelmez ama, farklı bir şey olur... Savaşın bittiği yıl fiziksel olarak 86 yaşlarında dünyaya bir bebek gelir... Babası bebeği kabullenmez ve bakım evine bırakır... Bütün organları iflas etmiş olan bebeğe herkes uzun yaşamaz derken, sanılan tam tersi gerçekleşmektedir... İşte filmin kurgusu burdan başlar... Hayatı tersden yaşamak, tersten yaşamak...

Bir yaşlı olarak dünyaya gelmişsin... Sıfırdan bir şeyler öğrenirken, her şeyi aynı zamanda yadsımak... Her şeyi kabul etmek... En önemlisi de kendini olduğun gibi kabul etmek...Kendini ve birbirlerini yadsıyan insanlar, birbirlerinden hiçbir beklentisi yok, hiçbir şeye sahip olma yok, herkes kendi seçiminde yaşıyor... Çürümüşlüğün içinde ve acının içinde yaşarken, bütün her şeyden de sıyrılmak... Ben merkezcilikten, egolardan, bir çok şeyden arınmak... Repliklerin birinde yaşlı olmanın bir zararı yoktur der... Ve düşünüyorum da böyle bir şey güzel de olabilirdi... Çoğumuzun düşlediği ütopik dünyalarımızın kapısıda bu olabilir belki... Belki, * insan denen enstrümandan bu şekilde doğru ses çıkabilir... Kimbilir...

* Önemli olan, Tanrı'nın bir enstrüman yaratmış olmasıdır... İnsan denen bir enstrüman. Ancak yarattığı müzik enstrümanı çalamayan bir usta gibi, Tanrı da insandan doğru sesi çıkaramamıştır... Hakan Günday

Replikler :

* Bu benim son vasiyetnamemdir... Ardımda bırakacak pek bir şeyim yok.. Birkaç mülk haricinde Hiç param yok gibi... Dünyaya nasıl geldiysem, o şekilde göçeceğim. Yalnız ve ellerim boş... Tek sahip olduğum şey hikayem ve halen hatırlıyorken, bunu yazmak istedim...

* Çok çirkinsin olabilirsin, ama yine de Tanrı'nın bir evladısın...

* Her yaradılan bir hayat sürecek diye bir şey yoktur...

* Bir çocuk olduğumu bilmiyordum... Kendimi oradaki herkes gibi sanıyordum. Doya doya yaşamış yaşlı bir adam gibi...

* Bazı günler, bir önceki günümden daha farklı hissediyorum. Herkes bir şekilde kendilerini farklı hissederler.. Ama hepimiz de aynı yolda ilerleriz.. Sadece yönleri mi farklı o kadar...

* Anne, ben daha ne kadar yaşayacağım?.. Sen sadece, sana verilenler için minnettar ol yeter...

* Bazı geceler, yalnız uyumam gerekirdi. Umurumda olmazdı. Oturup evin nefes alışını dinlerdim.. Herkes uyurken ben de, güvende hissederdim...

* Ve ölümde ortak bir ziyaretçimizdi... İnsanlar gelirdi ve giderlerdi.. Birinin öldüğünü hemen anlardınız... Eve bir sessizlik çökerdi...

* Büyümek için çok güzel bir yerdi... Hayatlarındaki önemsiz şeyleri bile paylaşan insanlarla beraberdim.. Havayı, banyodaki suyun sıcaklığını... Günün son ışıklarını düşünen insanlarlaydım...

* Bir ölen olduğunda hemen yerine yeni birisi gelirdi...

* Bir kafeste yaşamak nasıl bir duygu?.. - 'İğrenç' Ama maymunlar iyi numara yapıyorlar...
* Oraya, buraya gittim. Aylak aylak dolaştım...
Tek başına mı?
Çoğu zaman sende yalnız olacaksın... Eğer bizden bir farkın yoksa, sonunda bizim gibi olacak..
Ama sana bir sır vereyim... Şişman insanlar, zayıf insanlar, uzun insanlar, beyaz tenli insanlar..
Onlarda tıpkı bizim gibi yalnızlar... Ama daha çok korkuyorlar...

* Ne kadar iyi izlenim bırakırlarsa bıraksınlar.. Bazen iyi insanların isimlerini hatırlayamamak çok komik...

* Nasıl çaldığın önemli değil, çalarken nasıl hissettiğin önemli... Kendini müziğe kaptırmaktan alıkoyamazsın...

* Bütün babalar oğullarını yıkmak isterler zaten...

* Bir bakıyorsunuz tanıdığınız bir insanın yerine başkası geçmiş bile...

* Şu gemi yaralı bir ördek gibiydi... Tamir görmeye gitmişti ama şimdi yine kanatlanmış... Keşke onlarla beraber gidebilseydik...

* Sana herkes gibi yaşlanmadığımı, aksine gençleştiğimi söylesem ne düşünürdün?..
Senin için üzülürdüm... Sevdiğin herkesin senden önce ölüşünü izlemek... Bu çok acı bir sorumluluk olurdu...
Daha önce ölüm ve yaşam konusunu bu şekilde düşünmemiştim...
Benjamin, bizler sevdiğimiz insanları kaybetmek için dünyaya gelmişiz...
Yoksa onların bizim için ne kadar değerli olduklarını nasıl anlarız?...

* Her sekiz bottan biri asla dönmez... Denizde kaybolurlar...

* Matematikte sekiz sembolünün ne anlama geldiğini bilir misiniz?.. Sonsuzluk..

* Ayakkabılarımdan birinin topuğu kırıldı.. Genelde böyle çıplak ayak yürümem yani...

* Tadını almaya bak.. Tek seferde yutma.. Çünkü o zaman keyfine varacak hiçbir şey kalmıyor...

* Asla boş geçen zamanı geri alamıyorsun...

* Denizdeki ölüm sebeplerinden biri de gıda zehirlenmesi... Tabii güvensizlik teçhizatlarının yol açtığı kazalardan sonra...

* Bir sürü barışçı insanlarınız var. Vicdanlarına dayanarak savaşmayacaklarını söylüyorlar...
Peki ya herkes vicdanları ile savaşmaya karar verirse ne yapacaklar...

* İşlerin gidişatına göre delirebilirsin... Yemin edebilirsin kaderi lanetleyebilirsin... Ama sona geldiğinde, her şeyi bırakmalısın...

* Tavan arasında kalmak için artık fazla büyüksün.. Eve dönmek çok garipti. Aynı görünüyordu, aynı kokuyordu aynı hissi veriyordu... Neyin değiştiğinin farkına varıyordunuz... Kendinizin...

* Her zaman yapılacak bir şey vardır...

* Hayatlarımız fırsatlarla belirlenmiştir.. Kaçırdıklarımız olsa bile...

* Hayat o kadar karmaşık değildi... Eğer istersen bir şeyler aradığımı söyleyebilirsin...

* Bazen düşünce ayrımı yaşarız ama bunun farkına varamayız..

* Hayat böle işte... Yaşamların ve olayların kesişmesinden oluşur... Herkesin kontrolü dışındadır...

* Hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor... Bu ne kadar da kötü bir şey... - Bazı şeyler sürebilir...

* Biliyorsun ki o işi ancak birkaç yıl daha yapabilirdin... Ancak sen çok özel ve sıra dışı bir şeyi yapmayı seçtin... Ki, o istediklerini yapabilmen için çok kısa bir süren vardı... Yani sana taksi çarpmamış olsa bile yine de bu durumda olacaktın... Yaşlanmayı bir türlü sevemedim...

* Sanırım o an hiçbirimizin sonsuza tek kusursuz kalamayacağını anlamıştı...

* Ne olursa olsun asla çok geç değildir. Ya da benim durumumdaki birisi için asla erken değildir...

* Kim olmak istiyorsan olabilirsin... Bir zaman kısıtlaması yoktur... İstediğin zaman başlayabilirsin... Değişebilirsin ya da aynı şekilde kalabilirsin... Bunun bir kuralı yoktur... En iyisini ya da en kötüsünü yapabiliriz.. Umarım sen de en iyisini yaparsın... Umarım seni korkutacak şeyleri görebilirsin... Umarım daha önce hissetmediğin şeyleri hissedersin... Umarım farklı bakış açıları olan insanlarla tanışırsın... Umarım gurur duyabileceğin bir hayat sürebilirsin... Eğer hiç birini yapamazsan umarım tekrar baştan başlayacak bir güce sahip olursun...

Share/Save/Bookmark

Efrasiyab'ın Hikayeleri...

Hakikat ona erişmek için ödediğimiz bedel olmalıydı...



* Ben, bugüne kadar kazanmak için oynamadım hiç.. Oyunun bana verdiği zevkle yetindim...

* Kavuşunca meşk, kavuşmayınca aşk olduğu doğruydu galiba...

* Şiddetin en yalın biçimi, güzel olan, belki de dişil bir şeyi parçalamak ya da kirletmekti...

* Yetenek sen çalışmadıkça hiçtir...

* Sana güneşi ve ışığı vaat etmiştim. Üzgünüm, kanı ışığa tercih eden sen oldun. Böylece hayat senin için ışık değil, kanın ta kendisi oldu...

* İnsanların çoğunu dine sokan şey Tanrı korkusu olduğuna göre, bir dini hikaye de, en azından bu insanlara göre aslında bir korku hikayesi belki. Ama onların bu kanaatinin aslında, doğru olduğunu hiç sanmıyorum.

* Yaralar iyileşse de, onların izi kalmış gibiydi.

* Burada ne sığır boğazlanır ne de et yenir. İlle et istiyorsan, kendi canın olduğu gibi, kendi etin de sana yeter. Unutma! Ne yiyorsan, sen osun..

* Hakikat ona erişmek için ödediğimiz bedel olmalıydı...

* Zirveler yaşamak için değil, erişmek için olmalıydı...

* Amacımız kazanmak olmayınca, ne senin ne de benim, başarı ve kazanç peşinde koşmamız anlamsız.

* Sen yakasına yapıştığın her insanı korkak mı sanıyorsun? Yoksa ölümsüz olduğun için korkusuzluğun yalnızca sana mı mahsus olduğunu düşünüyorsun? Benim dünyada tattığım en büyük lezzet, hayat değil, insanlık! Her zaman olduğu gibi şimdi de, yaşıyor olmanın değil, insan olmanın zevkini çıkarıyorum.

"Hayatını değil, insanlığını isteseydim elbette korkardın. Ancak bu güzel hediye sana sonsuza kadar verildi. Onu senden geri almam mümkün görünmüyor. Bu bakımdan sen de benim gibi ölümsüzsün. Fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak daha önemli görünüyor. Ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı ve ölüm korkuları onları yönetiyor. İşin kötüsü bu korkuya Tanrı diyorlar. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözleriyle görselerdi, Tanrı'yı görmüş olurlardı.

"Kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğunu söylerler. Sevgisini kalbinde taşıdığı sürece herkes ona kavuşmuş demektir bana göre. Bu nedenle, sevmenin meşketmek olduğunu düşünürüm. Dünyaya bakınca gülümsememek elde değil. Ben de bakarken, hem dünyayı hem de onun içindekileri seviyor ve gülümsüyorum. İşte, Dünya hakkındaki bir hikayeyi de, aşkla değil, meşkle anlatıyorum."

"Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. işte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Eh! Bu da aşktır işte!

" ... ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir."
* Edebi bir uykuda, edebi düşler vardır. Cennet düşlerin olduğu yerde değil midir? Sadece ,bir düş bitip diğeri başlayacak işte.

* Bak sen hala cenneti arıyorsun işte. Çünkü gözlerini açıp dünyaya baktığında hoş şeyler görmüyorsun. Gözlerini bu yüzden kapatıyorsun. Bir kaçış senin ki! Gördüklerin seni mutsuz ettiği için olsa gerek, cenneti hala arıyorsun. Dolayısıyla, henüz oraya erişmiş değilsin...

* Duygularımı işime karıştıran biri değilim...


İhsan Oktay Anar

Share/Save/Bookmark

Tol...


* Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım...

* Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın?

Bu sefilliğimin nedenleri üzerine uzun uzun düşünecek vaktim de yoktu. Otuzlu yaşlarında insanın en az sahip olduğu, sahip olduğu yıllara karalar bağladığı şeydi vakit. Bazıları için vaktin kendine uygun işlerle buluşup, tek bir hücreye sığışıp, bir hale yola konulduğu oluyordu elbet. Ama benim gibiler için, kendine göre yatak bulamamış, bulacağa da benzemeyen bir hayatın bütün ferahlıkları es geçerek azalttığı bir vakitle, ancak azap verici bir karşılaşma söz konusuydu. Tabelada sürekli şöyle yazan bir karşılaşma:

Vakit: 1 - Tavuk: 0.

Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun:

Hayat: 5 - Balık: 0.

Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki, sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. "Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!" diye bağıracaktın.

* Çözüldün ve utancından ölecek haldesin. Adın ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. Zaten durmadan bunu planlıyorsun. Birbirinden nafile intikam planlarıyla oyalanıyorsun. Kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. Geçen sene aldığın o allahlık Kırıkkale tutukluk yapmazsa tabii."

* Benim için oyunun sonu gelmişti, karnım doyunca içimdeki merakın son kırıntıları da uçup gitmişti. Zaten çok şaşıyordum bu işe. Merak girdaplarından gamsızlık çöllerine savrulup duruyordum...

* Hepsini bir anda okursan, kitap nasıl yazılacak?..

* Uğultu giderek yükseliyordu.
Ve içimde bir canlı patladı.
Parçaları her tarafıma yapıştı.
Parmak uçlarımdan tutuştum.
Yanmaya başladım.
Paniğe kapıldım.
Pencereye saldırdım, dışarı çıkmak, sönmek istiyordum.
Pencere açılmıyordu.
Cama bir kafa koydum.
Kırılmadı.

* Işık hızıyla çalışan fırça etrafımı karanlıkla doldurdu.Ruhum yapıştığı tavandan kurtulup gövdeme düştü. Bilincimi eski bir elbise gibi sıkıntıyla giydim tekrar...

* Tanrı beni korumuyor, kudurtuyor ama, fazla yayılıyorum aklımın zehrinin sarısının üzerine... Sarı sarı evler, sarı sarı gündüzler, sarı sarı meydanlar... ‘Yavaş ol’ diyor o en güneşli olan. ‘Toparla kendini. Böyle yazılır belki, ama zor yaşanır.’

* Benim aklım yol kuşlarının tüneyip sessiz sedasız terk ettikleri bir harabedir...

* İçimden atamadığım bir yumru, bir ateş, bir lanet var sanki. Başım çok ağrıyor, kalbim çok ağrıyor, gözlerim çok ağrıyor... Bildiğim, öğrendiğim, yaşadığım her şey yavaş yavaş siliniyor aklımdan... Geceleri azap gibi... Kabuslar yakamı bırakmıyor bir türlü... Kötü bir şeyler olacakmış duygusu var içimde, neyin ne olduğunu kavrayamıyorum çok zaman... Zaman benim dışımda ilerliyormuş gibi, kelimeler bir araya toplanıp, bir vücut olup beni içinden atacakmış gibi... Gölge...

* Renkler çok pastel, filmler çok siyah-beyaz oluyor...

* Ölümü, ölenleri, yiyerek, durmadan yiyerek, hep yemeyi düşünerek unutuyorlar... Ama ertesi gün yine düşünüyorlar ölümü ve oklavalara saldırıyorlar...

* Zaman bir taş, sözü unut...

* Sıkıntı öldürür. Ve ama sıkıntı öldürüyor. Acı ve öfke değil, ama sıkıntı öldürüyor. Çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. Sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. Tatil çoğulluğa, çoğulluk gövdelere, yeni kelimelere, yeni yüzlere yol açarak öldürüyor. Sıkıntı davet ediyor, açıyor. Acı ortak olmayanı defediyor, kapatıyor. Sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. Sıkıntı plan program demek çünkü. Program yazlıklara savuruyor, sayfiyelere, yumuşak içkilere, pahalı yemeklere yol açarak çözüyor. Acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa : Dağılmayın, unutmayın, yetinin, oturun oturduğunuz yerde. Ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. Sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. Sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. Acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. Sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. Acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor...

* Ağladıkça yükseldiler, ağladıkça alçaldılar, her inişlerinde yere biraz daha sert çarptılar, etraflarında milyonlarca kırmızı göz belirdi, zehirli oklarla delik deşik oldular, acıdan bayılacak oldular. Ağladıkça utandılar acıdan ve öfkeden, acıya ve öfkeye ihanet etmiş olmaktan.. Tabii ki borçları vardı acıya, sıkıldıkları için borçluydular, onlardan sonra yaşadıkları için borçluydular... Ağladıkça anladılar ki, iflah olmayacaklar, anladılar ki ikisi de bir şeyler vermek zorunda acıya ve öfkeye...

* Cebimde cehennemi santimler var. Sağlam santimler bunlar, kim yadsıyabilir?..

* Dünyayı atlaslardan öğrendim, atlaslara bakarken düzüldüm, ama ben bir peygamberim, mucizeler bana yakın: Buradan yok mu benim üç santimim?.

* Ben çatlak topraklara yaklaşıyorum şimdi. Bir vadide dolaşacağım, kutsal şehirlere varacağım. Bu bir cesaret, bu bir iddia, göktekiyle yerdeki arasında ben varım, kainatın en büyük masalcısı olmaya ant içtim: Sadece bu ant bile bir santim...

* Nasıl sonsuz bir mutluluk, hafif, serin bir rüzgarla demlenen hikayeler, oyunlar, fısıltılar. Bir başka ülke orası. Milyonlarca kelimeyle dolu, kelimenin sokaklarda gezindiği bir ülke. Kelimelerin insanı çaresiz bırakmadığı, tam tersine, harflerin insanın önüne elmaslar, altınlar, yakutlar gibi döküldüğü büyük bir ülke. Herkesin ayrı dilden konuşup, anlaştığı bir ülke...

* Kısa peygamberlik hayatım sona erdi, insanlar anlamadıktan sonra peygamberlik neye yarar?..

* Her anlaşılmamış peygamber gibi celladımı bekliyorum...

* Artık benim gözlerim derinlerde batık bir gemi adı, kahverengi yosunların arasından, hülyalı hülyalı bakıyorum dünyaya. Ve körüm biraz, her daim milat tanıklığı beklediğimi unutamadığımdan kara kara. Kafamda rutubetli, ağır düşünceler, taşkın sular aranıyorum dibini üfleyecek. Zaten neyim var ki kaybedecek, doğru öfkelere yanlış kelimelerden, küflü akşamlarda biriktirilmiş tiyatro biletlerinden başka başka. Başı dönmüş, başa dönmüş, delirmiş bir kaçağım ben artık. Nasıl bir kaçağım ben artık?.. Yasaiçi lakin dünya dışı bir kaçağım ben artık... Tık tık tık...

* Hayat bana onurumu geri ver.. Hayat bana erkekliğimi, kadınlığımı ve hayvanlığımı geri ver... Hayat bana Esmer’imi de, Ada’mı da, tepemi de geri ver... Hayat bana kurşunlarımı geri ver...

* Hayat bana kıyak yapacak mısın?.. Devrim meyinden bana da sunacak mısın?.. Etime ziyadesiyle yapışan acıların köküne kibrit suyu...

* Ben oyun oynamayı sevdiğimden düştüm. Bazı zamanlar içinde pür neşe, pür telaş, pür dikkatsiz gezinen kelime ordularını nişanlıya bilseydim kalıcı körlüklere sebep bir ilah ışımasına sahip olurdum.. Ama zamansız, nefesi küf kokulu oyunlardan düştüm.. Ben, ben olmamak çabasında yeterince ben olamadım...

* Arınma devrimden gelecek. Devrim, ölmeye gerek kalmadan, kirden aklığa uzanan ilahi bir gelecek, ona çalışmak da en büyük ibadet...

* Bazı ruhlar Tanrı katına bir miktar daha dünyada gezindikten sonra yükselir. Bilinmeyen bir şey değildir bu. Kimi cezalıdır, hayatında bıraktığı pespaye bir ıstırabın peşine düşer, acısının izini sürer ve zavallı tüysülüğünü, bulutsuluğunu da yanına katıp, bir kez daha helak olup varır o ulu mecraya.

Kimiyse Tanrı'nın sevgili kuludur. Farzı misal, sevdiğinin yatağını son bir kez ziyaret edebilir ya da çok sevdiği İskender kebaptan, hem de bir buçuk porsiyon yiyebilir.

Kendisine bir süre daha hayatta gezinme hakkı tanınan ruhu yeryüzünde geçirdiği ekstra vakit dolmadan iyice temize havale eden tek bir şey vardır ama: Görünmeyi haddinden fazla istemek. Zaten cezalı olanlar da bir nevi bu bilgiye sahip olmadıklarından cezalıdırlar. Bu cehalet onları deli danalar gibi oradan oraya savurur, vardıkları yerde dayanılmaz ruh ağrılarıyla yüzleştirir ve nihayet onlar, gökyüzüne doğru yükselmeye başladıklarında canı fırlamış birer hayvandan, ezik birer domatesten farksızdırlar.

Muteber ruh ise bu hataya asla düşmez. O seyahatini vakti gelince, yarım, buruk bir mutlulukla bitirmesini bilir. Utanmıştır ne de olsa, yetinmiştir, görünmeyi hiç talep etmemiştir. Sonunda öyle bir rüzgar bahşedilir ki ona, sevdiğinin yatağında son kez hazza değen bir hacim oluverir ve göklerin ötesine zevkle bağıran bir beyaz tül halinde çekilir. Meleklerin öylesi pek hoşlarına gitmese de, bazı zamanlar o ulu mecraya vardığında üzerinden tereyağları damlayan, kirli bir çataldır ...

Konuşmak hiçbir ruha yasak değildir ama. Birtakım çakırkeyif kulaklara çalınan bitmek bilmez fısıltılar, ruhların arasında, hayatında yarım bıraktığı bir hikayeyi tamamlamak isteğiyle yanıp tutuşanlar bulunduğuna delalet eder.

Ve bu Ahmet de bir ruh aslında. Günün birinde ölüyor ve bütün ruhlar gibi hayatta ekstradan gezinmeye başlıyor. Ama onun gezintisi ne cezalı ne de muteber ruhların gezintisine benzemekte. Bunun nedeni, Ahmet'in görünmeyi, tekrar bir hacim olmayı talep etmek şöyle dursun, isteyebileceği tek bir şeyinin bile olmaması.

Ahmet ne istediğini hatırlamıyor. Ahmet'in hafızası ak bir kağıda benziyor ve böylelikle Tanrı'nın kafasını da karıştırıyor. Oysa adillerin en adili olan Tanrı, can karşılığında her ruha bir nihai hediye vermek ister.

Ama hafızasız Ahmet öyle sersem ki, Tanrı ne yapacağını kestiremiyor. Sevdiğin kimdir diye sorduruyor meleklerine, boş, ne yemek içmek istersin, nafile, nereyi gezmek görmek istersin, meçhul ...

Bu muamma karşısında önce bocalayan Tanrı, nihayet kararını veriyor ve adillerin en adili sıfatıyla, belki de kainat tarihinde ilk kez bir ruha yeniden bir beden tahsis ediyor. Bu, ödenek veya eleman tahsisine benzemediği, bir hayli netameli bir iş olduğu için de, tahsisat muamelesi esnasında zorluklar hasıl oluyor ve Ahmet'in bir bacağı işte böyle kısa kalıyor.

Şaşkınlıktan gözlerim fal taşı gibi açılmış, İmam Hüseyin'e bakıyorum. Sonra Ahmet'e takılıyor gözlerim. Bir süredir kafasını kaldırmış, İmam'ın sözlerini merakla dinliyor, gözleri iki adet fişek' olup patlayacakmış gibi pırıl pırıl parlıyor. Hadi hayırlısı, diyorum içimden, bu yaştan sonra bir de mucize tanıklığı yakışır bana. İki ihtimal: Ya Ahmet, Hüseyin'in anlattıkları minvalinde az sonra beyaz ve nazlı bir tül olup pencereden süzülüp gidecek ya da, daha mütevazı bir mucize mahiyetinde, hafızasına oracıkta kavuşuverecek. '

Daha tuhaf bir şey oluyor ama. Ahmet bir çağlayan misali dile geliyor. Saatler boyu, karargaha birer birer damlayan Veli, Ali İhsan Hoca ve daha nicelerinin yanında, ağızlarımızı kah hayretten kah esnemekten açık bırakarak konuşuyor.

Ne zamandır ağzından zorla birkaç kelime çıkan, mahallede yok gibi gezinen, hep kıyılara köşelere sessiz sedasız eklenen Ahmet, bir dökülmeye başlıyor ki, düşman başına ...

* Bu şehrin lağımları denize dökülmüyor. Dağ başlarında, kuş uçmaz kervan geçmez yolların kenarlarında, yemyeşil ormanların kuytularında, ağızlarından oluk oluk pislik akan dev silindirler var. Kuşlar kuşluk vakti, tilkiler sinir olur, kelebeklerin kanatları, köstebeklerin evleri, gökyüzüne en umulmadık yerlerden pis kokulu gazlar tüterken, çöp dağlarından beter yani, patlar. Neyse.

Ben bir gece işte böyle bir yerde gözlerimi açtım, başımda dayanılmaz bir ağrı. Göğsüme, ellerime, bacaklarıma baktım, her yanım kana kesmiş.

Sonra Ada'yı gördüm, yanı başımda oturuyordu, başında yapraklardan, çiçeklerden örülmüş bir taç vardı. Elini uzattı bana, elimi uzattım. Parmaklarımız birbirine değdi, değer değmez aramızda bir kıvılcım çaktı. Vücuduma yayılan elektrikten kafam döndü, gözlerim karardı, çektim hemen elimi. Bu elektrik uzun süre birbirine hasret kalmış insanlarda, birbirlerini tanımasalar bile, bir ruh ortaklığı olan insanlarda olurmuş. Yani Ada belki de ben gözlerimi açıncaya kadar kim bilir ne kadar baktı bana, belki de ölümden kurtardı beni, gün batıyordu ya da benim gözlerim daha tam açılmamıştı, öyle oluyor, uzun süre gözleri kapalı kalanlar, birden açınca, kör olanlar varmış, çok aç kalıp da aniden yemek yiyenler de ölüyormuş. Öyle.

* Kelime milleti yeraltında yaşıyor, bunu anladım. Uzun yıllar dehlizlere, madenlere, inlere sıkışmış olanları var ve onlar kuvvetli. Aniden fışkırıyorlar, okuyanın yüzüne tokat gibi çarpıyorlar ve bitip bitmemesi çok fark edecek işi bitiriyorlar. Kelimeler güzel. Devrim de güzel...

* Hesaplı kitaplı cinnet olmaz, cinnet bağışlamaz, dön ve öldür onu da. Ama dönmüyorum, buz gibi bir denize dalıyorum ve çıkmıyorum...

* Darbe insanlara hesap kitap öğretir...

Murat Uyurkulak...

Okuma : Mutlak Töz, Metis Kitap


Share/Save/Bookmark

Huzursuzluğun Kitabı -70

Başka bir erdemim yoksa da, hiç olmazsa özgür bırakılan duyguların getirdiği sürekli yenilenme hali var.

Bugün Rua Nova do Almada’dan aşağı iniyordum ki gözüm birden, tam önümde yürüyen bir adamın sırtına takıldı. Herhangi bir insanın sıradan sırtıydı gördüğüm; sokaktan geçen birinin rasgele gözüme takılan gösterişsiz takım elbisesinin ceketi. Sol kolunun altına eski bir çanta sıkıştırmıştı, sağ eliyle kıvrık sapından kavradığı kapalı bir şemsiyeyi de, yürüyüşünün temposuna göre yere vuruyordu.

Birden, o adama karşı içimde sevgiye benzer bir şeyler uyandığını hissettim, insanların ortak özelliği olan niteliksizliğin karşısında, işine giden bir aile reisinin sıradan günlük yaşamı, iddiasız ve neşeli yuvası, kaçınılmaz olarak hem neşeli, hem hüzünlü zevkleri barındıran hayatı, hiçbir şeyin nedenini merak etmeksizin safça yaşayıp gitmesi karşısında, kısacası, önümde duran bu giydirilmiş sırtın tamamen hayvani doğası karşısında doğmuştu bu duygu.

Gözümü adamın sırtına, aralığından içeri göz atarak, yarım yamalak da olsa düşüncelerini seçebildiğim o pencereye diktim.

Uyuyan bir adamın karşısında ne hissedilirse, bende onu uyandırıyordu. Uyuyan herkes çocukluğuna döner. Belki de bu yüzden, yani uyurken yaşadığımızın bilincinde olmadığımız için, kimseye kötülük de yapamayız - en gözü dönmüş cani, kendinden başkasını gözü görmeyen en bencil insan bile, ne olursa olsun uyuduğu sürece doğanın büyüsüyle kutsal bir varlığa dönüşür. Uyuyan bir insanı öldürmekle bir çocuğu öldürmek arasında büyük bir fark görmüyorum.

Bu adamın sırtı da uyuyor işte. Benimle aynı hızda, önümden yürüyen bu insan tüm varlığıyla uykuya dalmış. Bilinçsizce yürüyor. Uyuyor, çünkü hepimiz uyuyoruz. Hayat bütünüyle düştür. O da bilinçsiz halde yaşıyor. Ne yaptığını, ne istediğini, ne bildiğini kimse bilmiyor. Yazgı’nın büyümeyen çocukları olarak, hayatı uyuyoruz. İşte bu yüzden, bu duyguyla düşündüğümde, çocuksu insanlığa, uyuyup kalmış toplumsal yaşama, hepimize ve her şeye karşı içimde sonsuz, şekilsiz bir sevgi uyanıyor.

Şu an içimi saran, sonuçları ve amaçları olmayan, çıplak bir insan sevgisi. Acılı bir şevkat duyuyorum, bizi seyreden bir Tanrı’nın duyacağı cinsten. İnsan denen şu zavallılara, insanlık denen şu zavallı, tuhaf yaratığa yegane bilinçli varlığın şevkatiyle bakıyorum. Ne yapıyor bu kadar insan ?

Ciğerlerdeki basit nefesten başlayıp şehirlerin kurulmasına, imparatorlukların sınırlarını surlarla çevirmesine dek hayata dahil olan tüm koşturmacayı, tüm niyetleri, bir gerçeklikle başka bir gerçeklik arasında, Mutlaklığın bir günü ile bir başka günü arasında varolan, kendinden menkul bir uyuklama hali, düşe ya da uykuya benzeyen şeyler olarak tahayyül ediyorum. Ve soyut bir anaç varlık olarak, o uykunun içinde toplanarak bana ait olmuş çocukların üzerine eğiliyorum geceleyin; iyi, kötü ayırt etmeden. İçim sızlıyor, sonsuz bir varlık gibi büyüyorum.

Gözümü önümdekinden ayırıp oradan, o sokaktan geçmekte olan herkesin üzerinde dolaştırıyor, hepsini, peşinden gittiğim o bilinçsiz insanın sırtının bana verdiği soğuk ve saçma sevgiyle, sıkıca kucaklıyorum. Hepsi aynı bunların; atölye‘den söz eden genç kızlar, işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle alışverişten dönen iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz terlemiş, getir-götür işleri yapan çocuklar - hepsi aynı bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki tezahürleri, aynı görünmez varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar, ama hiçbir şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip olduklarının farkında değiller. Kimileri akıllı, kimileri aptal - aslında hepsinde aynı aptallık. Kimileri daha yaşlı, kimileri daha genç - aslında hepsi aynı yaşta. Kimileri erkek, kimileri kadın - aslında hepsinin cinsiyeti aynı; varolmayan bir cinsiyet bu.

Fernando Pessoa...

Kaynak : Metemorfoz

Share/Save/Bookmark

Huzursuzluğun Kitabı- 42

Hiç değişmeyen, her anı aynı yoğunlukta akan bir hayatta, içine gömülü olduğum durgunluğu bir temizlik kusuru, değişmezliğin yüzeyine yapışmış bir kir ya da toz olarak değerlendirebilirim ancak.

Bedenimizi nasıl yıkıyorsak, yazgımızı da yıkayabilmeli, çamaşır değiştirir gibi hayat değiştirebilmeliydik-yemek yediğimizde ya da uyuduğumuzda olduğu gibi varlığımızı sürdürmek için değil, tam olarak temizlik adı verilen, bizden doğup ayrılmış olan saygılı davranış bunu gerektirdiği için.

Pisliği bir irade sorunu gibi değil, aklın bir umursamazlığı olarak yaşayan insanlar vardır; çoğu insan ise, özgürce aldıkları bir kararla ya da istemedikleri bir dünyaya boyun eğmeye razı oldukları için değil, kendi kendilerini anlama yetenekleri gerilediği için, bilgiyle alay etmeyi öğrendikleri için tekdüze, silik hayatlar sürerler.

Kendi pisliğinden iğrenen ama o pisliği temizlemeyen domuzlar vardır; dehşete kapılmış insanın kaçmamasına neden olan da işte bu duygunun aşırı halidir. Yazgısının domuza çevirdiği, kendi güçsüzlüğünün çekimine kapılmış, bundan dolayı günlük hayatının sıradanlığından kurtulmayan insanlar vardır, benim gibi. Olmayan yılandan büyülenen kuşlardır onlar; dünyayı gözü görmeden bir ağaç gövdesine tutunup bekleyen, en sonunda bukelamunun iğrenç diline yapışan sinekler.

Ben de bilinçli bilinçsizliğimi, sıradan hayat ağacımın gövdesinde ağır ağır gezdiriyorum. Yazgımı yerinden oynattıkça yürümüş oluyorum, ben ilerlemediğime göre, ilerleyen o; adım adım gitmeye devam eden zamanım için de durum aynı; çünkü ilerleyen gene ben değilim. Tekdüzelikten kurtulmak için tek çarem, hakkında yaptığım bu kısa yorumlar. Tek avuntum, hücremin parmaklıklarının arkasında bir cam olması-her gün, ölümle hesaplaştıktan sonra, cama, kaçınılmazlığın tozuna adımı büyük harflerle yazarak imzamı atıyorum.

Ölümle mi atıyorum imzamı ? Hayır, ölümle bile değil. Benim gibi yaşayan bir insan ölmez: Biter, solar, bitkisel hayata girer. Bulunduğunuz yer varlığını sizsiz sürdürür, geçtiğiniz sokak görünmez olduğunuz halde yaşar, içinde yaşadığınız ev, siz olmayan sizi barındırır. Hepsi budur ve biz buna hiçlik deriz, ama bu hiçlik tragedyasını bile oynayamaz, alkışlayamayız, çünkü gerçekten hiç olduğuna bile emin olamayız; biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın evlatlarıyız, Tanrı sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi doğurmuş olan Kaos’un duludur.


Fernando Pessoa...

Kaynak : Feelozof

Share/Save/Bookmark